ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
TÜRK KARDİYOLOJİ DERNEĞİ ARŞİVİ - Turk Kardiyol Dern Ars: 29 (1)
Cilt: 29  Sayı: 1 - Ocak 2001
1.
İngilizce Özetler
Summaries of Articles

Sayfalar 4 - 7
Makale Özeti |Tam Metin PDF

2.
On Yıllık TEKHARF Çalışması Verilerine Göre Türk Erişkinlerinde Koroner Kökenli Ölüm ve Olayların Prevalansı Yüksek
Prevalence of Coronary Mortality and Morbidity in the Turkish Adult Risk Factor Study: 10-year Follow-up Suggests Coronary "Epidemic"
Altan ONAT, İbrahim KELEŞ, Ali ÇETİNKAYA, Ömer BAŞAR, Beytullah YILDIRIM, Burak ERER, Köksal CEYHAN, Beyhan ERYONUCU, Vedat SANSOY
Sayfalar 8 - 19
TEKHARF Çalışmasının orijinal ve yeni kohortları, başka amaçların yanısıra, toplam ve koroner kalp hastalığı (KKH) mortalitesi ile yeni koroner olay prevalanslarını değerlendirmek amaciyle, son olarak 2000 yılı yazında tarandı. Ölüm konusunda 1. derece akraba ve/veya sağlık ocağı personelinden bilgi alındı; yaşayanlarda bilgi edinmekten başka, fizik muayene ve 12-derivasyonlu EKG kaydı yapıldı.Yeni koroner olay tanımına, son taramadan beri gelişen fatal ve fatal olmayan miyokard infarktüsü, yeni stabil angina ve/veya miyokard iskemisi girdi. 1269'u erkek, 1294'ü kadın olmak üzere, 2563 kişi tam izlendi. Bunlardan 66 erkek ile 41 kadının öldüğü belirlendi. On yıl boyunca gelişen tüm nedenli 290 ölümden, KKH kökenlisi yine %42 pay aldı. On yıl takip sonucu ülke geneli için yıllık tüm-nedenli ölüm oranı erkeklerde binde 12.3, kadınlarda binde 8 olarak hesaplandı. Bu gözlem, 1990'lı yıllarda Türk erişkinlerinde yılda ortalama 182 bin erkek ile 120 bin kadının öldüğünü düşündürmektedir. Yıllık koroner mortalite bin erişkin arasında erkekte 5.2, kadında 3.2 bulundu. Her yıl koroner nedene bağlı olarak kaybedilen yurttaşlarımızın sayısının (%3 oranında arttığına dair tutucu bir varsayımla) son yıl içerisinde 92 bini erkek olmak üzere, 153 bin olduğu tahmin edilmektedir. Kırkbeş ila 74 yaş kesiminde toplam mortalite prevalansları sırasiyle binde 20.3 ve 12.9 oranında olup kadınlarımızda Avrupada en yüksek düzeydedir. Aynı yaş kesiminde KKH ölüm prevalansları sırasiyle binde 8.0 ve 4.7 oranında olup Avrupada yine en yüksek düzeylerdedir. Ani ölümleri içeren yeni koroner olay sıklığının ülke genelinde içinde bulunduğumuz yıl 260 bin olduğu tahmin edilebilir. Koroner kalp hastalığı için aldığımız ölçütler kadınlarda daha daraltıldı. Buna rağmen anılan hastalığa bu yıl 170 bin kişinin yeni olarak yakalandığına, bunların katılmasıyla 2 milyona ulaşan mevcut koroner hastası havuzunun bu yıl yaklaşık 90-100 bin hastayla genişlediğine ilişkin ipucu elde edildi. Bu bilgiler, ülkemizde koroner hastalık 'salgını'nın başladığını ve bu salgından koruyucu önlemlerin çok daha etkin biçime getirilmesinin gerektiğini düşündürmektedir.
The Turkish Adult Risk Factor Study, initiated in 1990 on a random sample of 3687 adults (20 years of age or over) residing in 59 communities scattered to all regions of Turkey, was followed up lastly in the summer of 2000. This paper reports 10-year cumulative data on the prevalence of coronary and all-cause mortality as well as of new coronary events based on a follow-up of 28790 person-years. Cardiovascular history and physical examination were obtained, and a 12-lead ECG was recorded at rest. New coronary events were defined to include fatal and nonfatal myocardial infarction, newly developed stable angina with or without associated myocardial ischemia. 2563 participants (of whom 1294 women) were examined or were reported to have died. Of the 290 deaths cumulated over 10 years, 42% were attributed to coronary origin. Overall annual death rate was 12.3 per 1000 men and 8 per 1000 women in a relatively young cohort the mean age of which moved from 37 to 50 years over the follow-up period. Coronary heart disease (CHD) mortality was found 5.2 per 1000 men and 3.2 per 1000 women. This indicated the occurrence of a coronary mortality of approximately 153.000 in the year 2000. In the age bracket of 45-74 years, overall mortality per 1000 was high, namely 20.3 in men and 12.9 in women. CHD mortality in the same age bracket was 8.0 in men and 4.7 in women. Rates in men were among the five highest European countries while rates in women exceeded even those of Ukraine women. Prevalence of CHD was estimated to be as 90 men and 71 women per 1000 adults, an observation which permitted to infer that 2.0 million Turkish adults currently suffer from CHD. Annual incidence of new coronary events which included fatal coronary events was estimated as 260.000, a very high rate for a "young" nation and suggesting that the CHD prevalence is rising at an annual rate of 5%. In order to stem the tide of the recent coronary "epidemic", these findings necessitate far more effective implementation of cardiovascular preventive measures among Turkish adults.

3.
EKG ile Senkronize Miyokard Perfüzyon Sintigrafisi ve Radyonüklid Ventrikülografi ile Ejeksiyon Fraksiyon ve Duvar Hareketlerinin Karşılaştırılması
Comparison of Left Ventricular Global Ejection Fraction and Wall Motion With Tc99m Tetrofosmin Gated SPECT and Radionuclide Ventriculography
Seher ÜNAL
Sayfalar 20 - 24
Bu prospektif çalışmanın amacı sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonunu (EF) ve duvar hareketlerini Tc 99m Tetrofosmin ile yapılan EKG ile senkronize miyokard perfüzyon sintigrafisi (GSPECT) ve radyonüklid ventrikülografi (MUGA) ile karşılaştırmaktır. Materyal Metod: Bu çalışmayı koroner arter hastalığı şüphesi ile veya koroner arter hastalığı olduğu bilinen ve Nükleer Tıp Anabilim Dalına başvuran 45 hasta (22 kadın, 23 erkek), yaş aralığı 38-74(ortalama yaş 62.3±7.8) oluşturmuştur. Tüm hastalara bir hafta içinde MUGA ve GSPECT yapılarak her iki metodla EF değerleri ve duvar hareketleri değerlendirmeye alınmıştır. Hastalar perfüzyon sintigrafilerine göre üç ana gruba ayrılmıştır. Birinci grupta perfüzyonu normal olan 15, iskemi olan grupta 14 ve üçüncü grupta ise enfarktüslü 16 hasta mevcuttur. GSPECT ve MUGA arasındaki EF değerlerindeki farklılık Student's t testi ile değerlendirildi. MUGA ve GSPECT arasındaki korelasyon Lineer regresyon analizi ile (pearson's r korelasyonu) yapıldı. Duvar hareketlerindeki uyum ise kappa analizi ile gerçekleştirildi. Sonuçlar: Birinci grupta EF MUGA ve GSPECT ile sırası ile %64.4±6.4, %65.8±6.4 (p<0.17), iskemik grupta ise %58.5±10.6 ve %55.1±12.3 olarak hesaplandı (p<0.06). Enfaktüslü hastalardan oluşan grupta ise ejeksiyon fraksiyonları MUGA ile %44.5±13.1 ve GSPECT ile %39.5±12.1 bulunmuştur (p<0.007). Duvar hareketlerini vizüel olarak karşılaştırdığımızda her iki metodda da oldukça uyumlu bulundu (kappa 0.899). Sonuç olarak, GSPECT ile egzersiz sonrası belirlenen sol ventrikül EF ile MUGA ile belirlenen EF arasında, gerek normal, gerekse iskemik ya da infarktüslü hastalarda ileri derecede anlamlı korelasyon olduğu belirlenmiştir.
The aim of this prospective study was to compare left ventricular global ejection fraction (EF) and wall motion with Tc99m Tetrofosmin Gated SPECT (GSPECT) and radionuclide ventriculography (MUGA). Material and method: The patient population comprised 45 patients (22 female, 23 male) with an age range of 38-74 years (mean age 62.3±7.8). GSPECT stress and MUGA were performed within a week to all patients. The patients were divided in 3 groups according to myocardial perfusion findings. Fifteen patients had normal myocardial perfusion (N), 14 had ischemia (I) and 16 had myocardial infarction (MI). Comparison between MUGA and GSPECT ejection fractions were performed with Student paired t test. Correlations between MUGA and GSPECT EF were evaluated using linear regression. The agreement for evaluation of regional wall motion was assessed using kappa statistics. Results: In the first group the ejection fractions were 64.5±6.4 %, 65.9±6.4 % (p<0.17). In the second group the ejection fractions were 58.6±10.6 % 55.1±12.3 % (p<0.06), in the third group 44.5±13.1 %, 39.5±12.1 % (p<0.007) for MUGA and GSPECT respectively. Comparison of evaluation of regional wall motion between the two methods demonstrated excellent agreement (the kappa value was 0.899). I concluded that GSPECT and MUGA provided good correlation of global EF measurements in normal persons, and patients with ischemic heart disease or previous myocardial infarction.

4.
Erken Dönem Q Dalgasız Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Doku Doppler Görüntüleme Tekniğinin Miyokardiyal Disfonksiyonu Belirlemedeki Üstünlüğü
Superiority of the Tissue Doppler Imaging Technique on Determination of the Myocardial Dysfunction in Patients with NonQ-wave Myocardial Infarction at Early Term
Sinan DAĞDELEN, Nevnihal EREN, İlyas AKDEMİR, Hasan KARABULUT, Mehmet ERGELEN, Murat AKÇAY, Nuri ÇAĞLAR
Sayfalar 25 - 30
Q dalgalı miyokard infarktüsü sonrası, etkilenen miyokard bölgesinde doku Doppler velosite gradiyentinin azaldığı bilinmektedir. Çalışmamızın amacı, Q dalgasız infarktüs (nonQ-MI) geçiren hastalarda, segmenter disfonksiyon olmaksızın miyokardiyal fonksiyon bozukluğunu doku Doppler ekokardiyografi ile göstermektir. Metod: Çalışmaya, kontrol grubu (KG) olarak koroner arter hastalığı olmayan 20 (14'ü K, yaş ort 51±15) ve çalışma grubu (ÇG) olarak nonQ-MI olup segmenter hareket bozukluğu olmayan 25 vaka (18'i K, yaş ort 57±10) alındı. Doku Doppler görüntüleme ile mitral lateral anuler bölgenin sistolik gradiyent (Sm), EKG'de Q dalgasının başlangıcından pik Sm'ye kadar geçen süre (Q-Sm), erken ve geç diyastolik gradiyentler (Em, Am) ölçüldü. Koroner anjiyografi sonrası, sol ventrikülografi aracılığı ile ejeksiyon fraksiyonu (EF) ve -Dp/Dt hesaplandı. Bulgular: Her iki grup arasında EF ve -Dp/Dt bakımından anlamlı farklılık yoktu. ÇG ile KG karşılaştırıldığında; ÇG'unda, Sm (6.7±1.9 ve 9.8±2.9 cm/sn, p<0.00001) ve Em/Am daha düşük (0.9±0.4 ve 1.3±0.7, p=0.013), Q-Sm daha uzun (172.9±29.8 ve 141.2±30.9 msn, p=0.0003) idi. Her iki grupta, Sm ve Q-Sm ile EF arasında orta derece anlamlı korelasyon tespit edildi (sırasıyla ÇG'unda 0.59, -0.55 ve KG'unda 0.70, -0.61). ÇG ve KG'unda, Em/Am ile -Dp/Dt arasında orta derece anlamlı korelasyon tespit edildi (sırasıyla 0.66 ve 0.62). Sonuç: NonQ-MI'lı hastalarda, doku Doppler kullanarak yukarıda bahsedilen sistolik ve diyastolik parametreler, invaziv ölçümlerle orta derecede korelasyona sahiptir. Bu grup hastalarda, invaziv sistolik ve diyastolik ölçümler normal olmasına rağmen, doku Doppler ile gösterilen sistolik ve diyastolik miyokardiyal gradiyent değişiklikleri, miyokard disfonksiyonunun erken noninvaziv göstergeleridir.
After Q wave myocardial infarction (MI), decreased tissue Doppler velocity gradient in the effected segments was well known. The aim of this study demonstrates the myocardial dysfunction without segmental dysfuntion by using tissue Doppler echocardiograpy in patients with nonQ-wave MI. Methods: As the study group (SG) 25 pts with nonQ-wave MI and without segmental dysfunction (18 F, 7 M; mean age 57±10) and as a control group (CG) 20 pts without coronary heart disease (14 F, 6 M; mean age 51(15) were included the study. Systolic velocity gradient (Sm), the time from the electrocardiographic Q wave to the peak of the Sm (Q-Sm), early and late diastolic velocity gradients of mitral lateral anulus were measured by tissue Doppler imaging. During the catheterization, the ejection fraction (EF) and -Dp/Dt were calculated. Results: EF and -Dp/Dt were similar in both groups. When SG and CG compared, Sm (6.7±1.9 vs 9.8±2.9 cm/sec, p<0.00001) and Em/Am were lower (0.9±0.4 vs 1.3±0.7, p=0.013) and Q-Sm longer (172.9±29.8 vs 141.2±30.9 msec, p=0.0003) in the SG. When correlated for Sm and Q-Sm with EF, moderate correlations were seen in both groups (in the SG 0.59, -0.55 and in the CG 0.70 and -0.61, respectively). In the SG and CG, moderate correlations were seen between Em/Am and -Dp/Dt (0.66 and 0.62, respectively). Conclusions: Systolic and diastolic parameters which provided by using the tissue Doppler imaging mentioned above, have moderate correlations between them selves and invasive measurements in patients with nonQ-wave MI. Although invasive systolic and diastolic measurements were normal, changes in the systolic and diastolic myocardial velocity gradients, showed by tissue Doppler imaging, are early noninvasive determinants of myocardial dysfunction.

5.
Sigara İçenlerde ve İçmeyenlerde Nitrik Oksit Seviyeleri
Nitric Oxide Levels in Smokers and Nonsmokers
Engin BOZKURT, Abdusselam EMEK, M. Kemal EROL, Mahmut AÇIKEL, İrfan ALTUNTAŞ, Sebahattin ATEŞAL, Salim Başol TEKİN
Sayfalar 31 - 35
Kardiyovasküler sistem kesintisiz tek katlı endotel hücreleri ile döşelidir. Endotel hücreleri devamlı olarak nitrik oksit (NO) salgılayarak hem vasküler tonusu ve kan basıncını düzenler hem de trombosit adezyonunu ve agregasyonunu baskılar. Ayrıca NO'in damar düz kas hücrelerinin çoğalmasını ve göçünü de baskıladığı saptanmıştır. Sigara içilmesi endotel hücrelerinde fonksiyon bozukluğuna neden olarak NO aktivitesinde azalmaya yol açmaktadır. Bu çalışma kronik sigara içiminin plazma NO düzeyi ve trombosit adezyonu ve agregasyonuna etkisini araştırmak amacı ile yapıldı. Çalışmaya herhangi bir sağlık problemi olmayan, son bir hafta içinde hiçbir ilaç almayan ve 24-47 yaşlarında 101 gönüllü erkek olgu alındı. Olgular üç gruba ayrıldı. Grup I: Ağır (>20 adet/gün) sigara içenler (n: 40). Grup II: Hafif (<20 adet/gün) sigara içenler (n: 38). Grup III: Sigara içmeyen ve sigara dumanına maruz kalmayanlar (n: 23). Olgulardan 24 saatlik sigarasız dönemi ve 12 saatlik açlık periyodunu takiben alınan venöz kanda NO düzeyi, trombosit agregasyonu ve trombosit adezivitesi ölçüldü. Serum NO konsantrasyonu grup I'de: 12.05 ± 2.83 µM, grup II'de: 13.98 ± 2.52 µM ve grup III'de: 18.69 ± 9.91 µM olarak saptandı. Grup I ve II'de NO konsantrasyonu grup III'e göre anlamlı derecede azalmıştı (sırasıyla p<0.001, p<0.01). Ayrıca grup I'deki NO konsantrasyonu grup II'dekine göre de anlamlı derecede azalmış olarak bulundu (p<0.05). Trombosit adezivitesi ve trombosit agregasyonu açısından gruplar arasında hafif farklar olmasına rağmen istatistiksel açıdan anlamlı değildi (p>0.05). Sonuç olarak sigara içen sağlıklı bireylerde NO düzeyinin azaldığı ve bu azalmanın içilen günlük sigara sayısı ile artış gösterdiği; fakat trombosit agregasyonu ve adezivitesinde ise in vitro şartlarda anlamlı değişiklik olmadığı kanaatine varılmıştır.
Endothelial cells by secreting continously nitric oxide (NO), endothelial cells regulate both vascular tone and blood pressure, and suppress thrombocyte adhesion and aggregation. In addition, it is determined that they suppress the increase and migration of vein smooth muscle cells. Smoking cigarette causes functional disruptions in endothelial cells, and leads to a reduction in NO activity. The aim of this study was to investigate the effect OF smoking cigarettes on aggregation, thrombocyte adhesion and plasma NO level. 101 volunterering cases, aged 24-47 years, not subjected to any medication during the past week and having no health problem, were included in the study. The patients were classified into 3 groups. The first group (Group I, n:40) comprised 'heavy smokers with a smoking history of >20 cigarettes per day. The second one (Group II, n:38) consisted of 'moderate smokers' with a smoking history of >10-20 cigarettes per day. 23 nonsmokers were accepted as a control group (Group III). Venous blood from the cases was injected after 15-minuter est following a 12-hour hunger period and 24-hour period without smoking. From this blood, the level of NO, thrombocyte aggregation and thrombocyte adhesivity was measured. Serum NO concentration in group I was 12.05 ± 2.83 µM, and was 13.98 ± 2.52 µM in group II, while it measured 18.69 ± 9.91 µM in group III. NO concentrations in both group I and group II were significantly lowered as compared to that of group III (respectively p<0.001, p<0.01). In addition, NO concentration in group I was significantly lowered than of that of group II (p<0.05). Although there were slight distinctions among groups in regard to thrombocyte adhesivity and aggregation, they did not differ significantly (p>0.05). Consequently, we concluded that NO level is diminished in smokers, more prominently among heavy smokers; but thrombocyte aggregation and adhesivity in ex vivo circumstances, does not appear to be affected by smoking.

6.
KALP NAKLİ HASTALARINDA İMMÜNSÜPRESYON İÇİN TEOFİLİN'İN YARDIMCI İLAÇ OLARAK ROLÜ VAR MI?
Does Theophylline Have a Role as an Adjunct Agent for Immunosupression in Heart Transplantation Patients?
Tamer SAYIN, Metin ÖZENCİ, Mandeep R. MEHRA
Sayfalar 36 - 39
Yeni gelişmekte olan immünsüpresif tedavi rejimlerine rağmen kalp nakli ameliyatlarında özellikle ilk üç ayda görülen rejeksiyon epizodları önemli morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Teofilin post-transplant görülebilen bradikardinin tedavisinde yeri olan bir ilaçtır. Bu ilacın aynı zamanda bir takım immün düzenleyici etkilerinin olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada post-transplant bradikardi nedeniyle teofilin kullanılan 27 hasta ile aynı immünsüpresif rejimle tedavi edilmiş ve rejeksiyon risk faktörleri benzer olan 29 hastanın endomiyokardiyal biopsi sonuçları, hücresel ve humoral rejeksiyon epizodları sıklığı, hemodinamik bozukluğa yol açan rejeksiyon epizodları ve ilk rejeksiyona kadar geçen süre retrospektif olarak araştırıldı. Teofilin kullanımının hücresel ve humoral rejeksiyon epizod-larının sıklığını azaltmadığı, hemodinamik bozukluğa yol açan rejeksiyon epizodlarına da etkisi olmadığı görüldü. Ancak teofilin kullanımı ile 3 aylık ortalama biyopsi skorlarında anlamlı azalma (kontrol grubu 0.98 ± 0.51, teofilin grubu 0.73 ± 0.42) (p=0.04) ve ilk rejeksiyonun görülme süresinde uzama tespit edildi (kontrol grubu 24 ± 21 gün, teofilin grubu 51 ± 26 gün) (p=0.05). Sonuç olarak teofilinin immün süpresif tedavi rejimlerine eklenmesinin rejeksiyon epizodları yönünden olumlu etkisinin olabileceğini düşündük. Prospektif, randomize daha fazla hastayla yapılacak çalışmaların, ilacın immünsupresif tedavi rejimlerine adjuvan olarak eklenme potansiyelini daha iyi ortaya koyacağını düşünüyoruz.
Despite new medical therapies in immunosuppressive regimen for heart transplantation patients, rejection still has an important role for morbidity and mortality especially in the first three months of transplantation. Theophylline is a drug which can be used to treat post-transplant bradycardia. This drug is also known to have some immunemodulatory effects. In the present study we investigated the clinical and laboratory indices of rejection in 27 patients treated with theophylline for post-transplant bradycardia. We examined 29 patients treated with the same immunosuppressive regimen as the control group. The study was done retrospectively. The clinical risk factors for rejection were similar for both groups. We searched for endomyocardial biopsy scores, number of cellular and humoral rejection episodes and rejection episodes with hemodynamic compromise. We observed that number of cellular and humoral rejection episodes and number of episodes with hemodynamic compromise did not change with theophylline therapy. However, average biopsy scores were influenced favorably with theophylline therapy (control group 0.98 ± 0.51, theophylline group 0.73 ± 0.42) (p=0.04), and time to first rejection was prolonged in patients using theophylline (control group 24 ± 21 days, theophylline group 51 ± 26 days) (p=0.05). We concluded that adding theophylline to the standard immunosuppressive regimen might favorably affect the rejection process. Prospective, randomized, larger studies to test the potential role of theophylline as an adjunct therapy to the standard immunosuppressive regimen is probably indicated.

7.
Kalp Yetersizliğinde Sol Ventrikülün Sistolik ve Diyastolik Fonksiyonuna Sol Dal Blokunun Etkisi
Effect of Left Bundle-branch Block on Systolic and Diastolic Left Ventricular Functions With and Without Heart Failure
Kurtuluş ÖZDEMİR, Bülent Behlül ALTUNKESER, Bayram KORKUT, Mehmet TOKAÇ, Hasan GÖK
Sayfalar 40 - 46
Kalp yetersizliği olanlarda ve normal şahıslarda sol ventrikülün (SV) sistolik ve diyastolik fonksiyonları üzerine sol dal blokunun (LBBB) etkisini araştırmak için bu çalışmayı planladık. Metot: Kalp yetersizliği ve LBBB olan 36 (grup I), kalp yetersizliği olan ve LBBB olmayan 36 (grup II) ve izole LBBB olan 41 (grup III) hasta grubunun karşılaştırması yapıldı. Grup I ve grup II'deki tüm hastalara, grup III'deki 20 hastaya koroner anjiyografi uygulandı ve SV diyastol sonu basınçları ölçüldü. Tüm hastalara ekokardiyografi yapıldı. Sol ventikül ejeksiyon fraksiyonu ve ortalama dairesel lif kısalma hızı ölçüldü. Aşağıdaki Doppler ekokardiyografi parametreleri değerlendirildi; mitral kan akımı üzerinden zirve hızlı doluş hızı (E dalgası), zirve atriyal doluş hızı (A dalgası), E ve A dalga integralleri, E dalgası akselerasyon zamanı ve deselerasyon zamanı (EDZ) ile hızları (EAH ve EDH), E/A ve integralleri oranı, diyastolik akım zamanı (DZ); ayrıca aort ve mitral akım hızları eş zamanlı kaydedilerek ejeksiyon zamanı, izovolümetrik relaksasyon zamanı (İRZ) ve preejeksiyon periyodu ölçüldü. Bulgular: SV diyastol sonu basınçları grup I, II ve III'de sırasıyla 28±4, 22±5, 15±3 mmHg olarak ölçüldü. Grup III hastalarında sistolik fonksiyon parametreleri farklı olmasına rağmen grup II ve III hastalarında diyastolik fonksiyon parametreleri oldukça benzer bulundu. Grup I ve II'nin karşılaştırılması, SV sistolik fonksiyon parametreleri benzer olmasına karşın diyastolik fonksiyon parametrelerinin istatistiksel olarak farklı olduğunu gösterdi. (E/A, p=0.004; EAH, p<0.001; EDH, p<0.001; EDZ, p<0.001; İRZ, p=0.024; DZ, p=0.03). Sonuç: LBBB olan ve olmayan kalp yetersizliği ve izole LBBB bulunan olgularda LBBB'nun etkilerini değerlendiren bu çalışma göstermiştir ki, LBBB normal şahıslarda kalp yetersizliği hastalarındakine benzer diyastolik fonksiyon bozukluğuna sebep olurken, kalp yetersizliği bulunan hastalarda diyastolik fonksiyon bozukluğunu arttırmaktadır.
We designed this study to examine the effect of left bundle-branch block (LBBB) on systolic and diastolic functions of the left ventricle (LV) in patients with heart failure and in subjects with isolated LBBB. Methods: A comparison between 36 patients with heart failure and LBBB (group I), 36 patients with heart failure without LBBB (group II) and 41 subjects with isolated LBBB (group III) was made. Coronary angiography was performed in all patients with group I and group II, and in 20 patients of group III. LV end-diastolic pressure was calculated. Echocardiography was performed in all patients. LV ejection fraction and mean rate of circumferential shortening were calculated. The following Doppler parameters were also evaluated: peak rapid filling velocity (E wave), peak atrial filling velocity (A wave), E and A wave integrals, E wave acceleration time, deceleration time (EDT) and rates (EAR and EDR), the E/A ratio and its integral, and diastolic flow time (DT). The ejection time (ET), isovolumetric relaxation time (IRT) and preejection period were measured using the aortic and mitral flow velocities. Results: LV end-diastolic pressure was calculated as 28±4 mmHg in group I, 22±5 mmHg in group II, and: 15±3 mmHg in group III. Although the systolic function parameters in group-III patients were different, the diastolic function parameters were found to be quite similar in both patients with group II and III. Comparison with group I and group II patients showed that there was a similarity between LV systolic function parameters while the diastolic function parameters were statistically different (E/A, p=0.004; EAR, p<0.001; EDR, p<0.001; EDT, p<0.001; IRT, p=0.024; DT, p=0.03). Conclusion: We confirmed that LBBB causes diastolic function impairment in subjects with isolated LBBB similar to those of patients with heart failure, and it also augments the impairment of diastolic function in patients with heart failure.

8.
Çocuklarda Obezite ile Ventrikül Repolarizasyonu Arasındaki İlişki
Effect of Obesity on Ventricular Repolarization in Children
Merve BAŞKAN, Gülendam KOÇAK, Dolunay GÜRSES
Sayfalar 47 - 52
Obezite, ani kardiyak ölüm için bir risk faktörüdür ve başlıca nedenini aritmiler oluşturmaktadır. Kardiyak repolarizasyonun gecikmesi aritmilere duyarlılığı artırır ve elektrokardiyografiye (EKG) QT intervalinin uzaması olarak yansır. QTD ve QTcD repolarizasyonun homojen olmadığı durumlarda yükselir ve her ikisi de ventriküler aritmi için iyi birer belirleyicidir. Bu çalışmanın amacı obez çocuklarda QT, QTc, QTD ve QTcD değerlerinin araştırılması ve obezitede repolarizasyon bozukluklarının çocukluk çağında başlayıp başlamadığının gösterilmesidir. Çalışmaya yaşları 6-16 yıl arasında değişen (ort. 10,7±2,5) 34 obez çocuk alındı. Çocuklarda obezite tanısı vücut kitle indeksine (BMI) göre konuldu. Kontrol grubunu obez çocuklara yaş ve cinsiyet olarak eş 60 çocuk oluşturuyordu (7-15,5 yıl, ort 10,6±2,4 yıl). Tüm çocuklara 12 derivasyonlu EKG çekilerek QT, QTc, QTD ve QTcD değerleri hesaplandı. Hasta ve kontrol grubundan kan örnekleri alınarak hemoglobin ve elektrolit düzeyleri bakıldı. Hemoglobin ve elektrolit düzeyleri açısından iki grup arasında fark bulunamadı. QT ve QTc intervallerinin iki grup arasında farklılık göstermediği görüldü (p>0,05). QTD ve QTcD değerleri ise obez grupta kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti (p<0,001) (Obez; QTD=51±18 ms, QTcD=72±24 ms, kontrol; QTD=40±10 ms, QTcD=48±10 ms). BMI değerleri ile QT süresine ilişkin parametrelerin arasında korelasyon olmadığı görüldü. Sonuç olarak, QTD ve QTcD değerlerinin artmış olması obez çocuklarda ventriküler repolarizasyonun bozulduğunu, ve bu değişikliklerin çocukluk döneminde başladığını göstermektedir.
Obesity is known to be a risk factor of cardiac death, associated above all with cardiac arrhythmias. Delayed cardiac repolarization leading to the prolongation of the QT interval is a well recognized precursor of arrhythmias. The QT interval dispersion (QTD) and corrected QT interval dispersion (QTcD) reflect inhomogeneity of repolarization, and are measurable indices of ventricular arrhythmia risk. The aim of this study was to asses QT, QTc, QTD, and QTcD values in obese children, and find out whether repolarization abnormalities begin in childhood. Thirty-four obese children (6-16 years, mean 10,7±2,5 years) were included in the study. Obesity was defined according to the body mass index (BMI). Sixty control patients (7-15,5 years, mean 10,6±2,4 years) were matched in age and gender with the obese patients. A 12-lead conventional electrocardiogram was performed in all children. A blood sample was obtained for measuring hemoglobin and of concentrations plasma electrolytes. Hemoglobin and electrolyte levels showed no statistically significant difference between patients and controls. QT and QTc intervals were similar in both groups (p>0,05), but QTD and QTcD values were significantly higher in obese children than in controls (p<0,001) (patients QTD=51±18 ms, QTcD=72±24 ms; controls; QTD=40±10 ms, QTcD=48±10 ms). There was no correlation between BMI values and the QT intervals. Our findings suggest that, increased QTD and QTcD in obese children indicate ventricular repolarization abnormalities, and that these changes start in the childhood period of obesity.

9.
Q Dalgalı Miyokard İnfarktüslü Vakalarda Egzersizle İndüklenen T Dalga Normalizasyonunun Canlı Doku Varlığını Saptamadaki Değeri:Miyokard Perfüzyon Sintigrafisi ile Karşılaştırmalı Çal&
Clinical Significance of Exercise-Induced T Wave Normalization in Patients With Q-Wave Myocardial Infarction: Comparision With Myocardial Perfusion Scintigraphy
Cem ERMEYDAN, Bülent MUTLU, Onur DEMİRKOL, Nuri KURTOĞLU, Yelda BAŞARAN
Sayfalar 53 - 58
İnfarkt alanında canlı dokunun varlığı ve bunun tespiti hastalığın tedavi şeklinin belirlenmesi ve prognozu yönünden önemlidir. Bu çalışmada;Q dalgalı miyokard infarktüsü (Mİ) geçirmiş vakalarda, egzersizle oluşan T dalgası normalizasyonun infarkt alanındaki canlı dokuyu göstermedeki değeri araştırıldı. Çalışma grubu işlemden 2-7 ay önce Q dalgalı Mİ geçirmiş,ilgili derivasyonların en az ikisinde T dalgası negatifliği olan ve Talyum-201 tekrar enjeksiyon miyokard perfüzyon sintigrafisi uygulanan 75 hastayı (71E, ort.yaş 55±10) içermekteydi. Vakalar, patolojik Q dalgalı derivasyonların en az ikisinde eforla pozitifleşen T dalgası varlığına göre iki gruba ayrılarak (Grup-1: Eforla T dalgası pozitifleşen 45 hasta; Grup-2:Eforla T dalgası pozitifleşmesi olmayan 30 hasta) incelendi. Gruplar arasında yaş, cins, egzersiz kapasitesi, çift-ürün yönünden istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. Buna karşın canlı doku varlığı Grup-1'de 45 hastanın 29(%64)'unda görülürken, Grup-2'de 30 hastanın 9(%30)'unda görüldü. Canlı doku varlığı yönünden her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (Sırasıyla %66'ya karşılık, %30; p<0,001). T dalga normalizasyonun infarkt alanındaki canlı dokuyu göstermedeki sensitivitesi %76, spesifisitesi %56 ve test doğruluğu %66 olarak hesaplandı. Sonuç olarak; yakın dönemde Q dalgalı Mİ geçirmiş hastalarda eforla negatif T dalgasının pozitifleşmesi infarkt alanında canlı doku varlığı ile ilgili olabilir. Böylece egzersiz testi diğer tanısal amaçlarından ve bulgularından bağımsız olarak Q dalgalı Mİ geçirmiş hastalarda, infarkt alanında canlı doku varlığını belirlemede yardımcı güvenilir bir yöntem olarak kullanılabilir.
In clinical practice, determination of viable myocardium in infarcted area is important for subsequent management and prognosis. The aim of the study was to evaluate the relationship between T-wave normalisation during exercise testing and detection of viable tissue in infarcted area by Thallium-201 re-injection study. Study group included 75 patients (71 M,4 F, mean age 55+/-10) with myocardial infarction that was diagnosed 2-7 months before exercise testing. Thallium-201 stress re-injection myocardial perfusion scintigraphy (SPECT) was performed in all patients. The study group was divided into two subgroups according to the presence or absence of transient T-wave normalisation associated with Q-wave leads corresponding to the infarcted area. During exercise testing, T-wave normalisation was observed in 45 patients in at least two contiguous leads (group 1). T-wave normalisation was not observed in the remaining 30 patients (group 2). The prevalence of viable tissue in infarcted area was higher in group 1 than group 2 (66% vs. 30%; p<0.001). The sensitivity, specificity, and accuracy of T-wave normalisation for detection of viable tissue were 76%, 56%, and 64%, respectively. In conclusion, T-wave normalisation during exercise testing is associated with higher prevalence of viable tissue in infarcted area compared to patients with persistent wave inversion.

10.
Duktus Arteriozus Açıklığının "Coil" Oklüzyonundan Sonra Gelişen İatrojenik Koarktasyon
Spontaneous Resolution of Iatrogenic Coarctation of the Aorta after Coil Occlusion of a Patent Ductus Arteriosus in an Infant
Ümrah AYDOĞAN, Gülhis BATMAZ, Gülay AHUNBAY
Sayfalar 59 - 61
Büyük şantlı duktus arteriozus açıklığı nedeni ile kilo alamayan ve sık alt solunum yolu enfeksiyonu geçiren 8.5 aylık bir sütçocuğunda Jackson "coil" ile oklüzyon uygulandı. İşlemden sonra yapılan Doppler ekokardiografik incelemede inen-aorta sarkan "coil" helezonları nedeni ile jukstaduktal bölgede Doppler ekokardiyografide koarktasyon eğrisi elde edildi. İzlem sırasında inen aorttaki turbulan akımın ve Doppler basınç farkının kendiliğinden azaldığı görüldü.
Coil occlusion of patent ductus arteriosus was performed in an 8.5-month-old infant who had frequent lower respiratory tract infections and growth retardation due to big left-to-right shunt through a wide arterial duct. Post-occlusion echocardiographic examination revealed iatrogenic coarctation of the aorta with typical Doppler echocardiographic findings because of the protrusion of the loops of the coil into the descending aorta. The problem was resolved spontaneously during follow-up.

11.
Sol Ventrikül Girişi ve Çıkışında Şiddetli Darlık Yaratan Konjenital Mitral Kapak Patolojisi
Severe Left Vertricular Inflow and Outflow Tract Obstruction due to Congenital Mitral Valve Pathology
Tufan PAKER, Tijen ALKAN, Atıf AKÇEVİN, Cihangir ERSOY, Demet AŞKIN, Ümrah AYDOĞAN, Aydın AYTAÇ
Sayfalar 62 - 64
11 aylık, 6 kg. erkek çocuk, mitral kapak hastalığı, sol ventrikül çıkımında darlık ve pulmoner hipertansiyon tanıları ile yatırıldı. Bebeğe 6 aylık iken supravalvüler aorta darlığı nedeniyle açık kalp ameliyatı ve perikard yama ile supravalvüler genişletme yapılmıştı. Reoperasyonda mitral kapağın granülomatöz bir yapıda olduğu ve sol ventrikülün hem girişi hemde çıkışında obstrüksiyon yarattığı görüldü. 21 no. aortik St. Jude protez kapak, ters çevrilip mitral annulusun 4-5 mm üzerine dikilerek mitral kapak replasmanı yapıldı. Postoperatif 10.günde taburcu edilen bebek, 1.yılda iyi durumda yaşantısını sürdürmektedir.
An 11-month-old, 6 kg. male child was operated on due to mitral valve pathology, left ventricular outflow tract obstruction and moderate degree of pulmonary hypertension. He had had an open heart surgery and pericardial patch reconstruction of supravalvular aortic stenosis 5 months ago. During reoperation, mitral valve was looking like a granulomatous mass and it was causing significant left ventricular inlet and outlet obstruction. After mitral resection the valve was replaced with St. Jude (no.21) aortic prosthesis. Aortic prosthesis was reversed and implanted on 4-5 mm above the mitral annulus. He was discharged on the 10th day. One year later he became quite active and is growing up without any restriction.



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Hızlı Arama



Copyright © 2024 Türk Kardiyoloji Derneği Arşivi