ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 22 (3)
Volume: 22  Issue: 3 - May 1994
1.Summaries of Articles

Pages 132 - 135
Abstract | English Full Text

DERLEME
2.Clinical Investigations Sorin St. Jude Medical and CarboMedics Aortic Bileaflet Valves: An Echocardiographic Comprison
Ergun SALMAN, Özlem ERBAŞ, Alp DOLGUN, Cahit KOCAKAVAK, Ertan YÜCEL, Yavuz YÖRÜKOĞLU
Pages 136 - 139
23 mm sorin iki yaprakçıklı aort kapağının hemodinamik fonksiyonu aynı boy St. Jude medical ve CarboMedics aort kapaklarıyla transtorasik ve transözofageal renkli Doppler ekokardiyografi kullanılarak karşılaştırıldı. Herbir kapak grubunda 10 hasta vardı. Hastaların ortalama vücut yüzey alanı 1.71±1.1 m2 idi. İstatistiksel analiz için eşlenmemiş, tek kuyruklu student's t testi kullanıldı. Ortalama aortik gradient sorin iki yaprakçıklı kapaklarda 11.2±0.9 mmHg, St. Jude Medical kapaklarda 11.5±3.3 mmHg, Carbomedics kapaklarda 12.1±0.3 mmHg idi. Ortalama aortik gradient açısından her üç kapak arasında anlamlı bir fark yoktu (t=1.83, p>0.05). Efektif orifis alanı açısından da her üç kapak arasında anlamlı bir farklılık tespit edilmedi (t=1.83, p>0.05). Tüm hastalarda hafif derecede aortik regürjitasyon saptandı. Bunların hiçbiri de klinik olarak önemli değildi. Bu çalışma sorin iki yaprakçıklı aort kapağının kabul edilebilir ve diğer iki yaprakçıklı kapaklar ile karşılaştırılabilir hemodinamik fonksiyona sahip olduğunu gösterdi.
Hemodynamic function of 23 mm sorine bileaflet aortic heart valve and matching size of St. Jude Medical and CarboMedics valves have been evaluated in 30 patients-10 patients for each valve- with transthoracic and transesophageal color Doppler echocardiography. Mean body surface area of the patients was 1.71±1.1 m2. Non-paired single-tailed Student's t-test has been applied for statistical analysis. There were no significant differences between the mean aortic gradients of the three valves, namely 11.2±0.9, 11.5±3.3 and 12.1±0.3 mmHg in sorine, St. Jude Medical and CarboMedics valves, respectively. Comparison of the effective orifice areas of the three valves showed no significant difference (t=1.83, p>0.005). Mild aortic regurgitation was detected in all patients, though in none of the cases was this clinically significant. We conclude that sorine bileaflet aortic heart valve has an acceptable hemodynamic function comparable to the St. Jude Medical and CarboMedics bileaflet aortic valves.

3.Intracardiac Thrombi Due to Protein C Deficiency
Kürşad TOKEL, Süheyla ÖZKUTLU, Muhsin SARAÇLAR
Pages 140 - 143
İntrakardiyak trombüs oluşumu çok çeşitli nedenlere bağlı olarak bildirilmiştir. Son dönemlerde protein C eksikliğine bağlı intrakardiyak trombüs olgularına da literatürde rastlanmaktadır. Burada ailesel veya edinsel protein C eksikliği bulunan 4 intrakardiyak trombüs ve 1 serebrovasküler obstrüksiyonlu olgu sunulmuştur. Bir olguda ailesel, 4 olguda sepsis, malinyite ve tüberkülozun neden olduğu edinsel protein C eksikliği belirlenmiştir. Tromboembolik ataklar sırasında dissemine intravasküler koagulopatiye benzeyen bir koagulopati tablosu tanımlanmıştır. Stafilokokus aureus sepsisi olan bir olgu kaybedilmiş, diğer olgularda trombüs küçülmüş veya kaybolmuştur.
Intracardiac thrombi are generally localized to the right side of the heart and are related to a variety of etiologic factors. Recently, intracardiac thrombi due to acquired protein-C deficiency were reported. We present 4 cases of intracardiac thrombi and 1 of cerebrovascular obstruction due to hereditary or acquired protein-C deficiency. One patient had hereditary protein-C deficiency. In four patients protein- deficiency was caused by impaired liver function due to sepsis, malignancy and tuberculosis. During the thromboembolic events, a coagulopathy syndrome like DIC is described. A patient with sepsis due to staphylocous aureus died. In the other cases thrombi either disappeared or diminished in size.

DERLEME
4.Evolution of the Mean QRS Axis in the First Two Years of Life
Gülay AHUNBAY, Teoman ONAT
Pages 144 - 145
Neonatal dönemde fetal hayattakine benzeyen sağ ve sol ventrikül kitleleri arasındaki oran ilk yılda giderek sol lehine değişmektedir. Bunun bir göstergesi olarak QRS ekseninde ilk yılda önemli değişiklikler olmaktadır. Bu amaçla yenidoğandan itibaren 43 ve 1-2 aylıktan itibaren 23 normal bebekte frontal düzlemdeki QRS ekseni 24 aylığa kadar izlenmiştir. QRS ekseni ortalama olarak + 127°'den süratle 2 ayda 79° ve 6 ayda 60° düşmektedir. Yaşla olan bu ters bağıntı logaritmik bir fonksiyonu izlemektedir (y=58.2-29.384 Log x; r= -0.69). QRS eksenine ait 3-97 persentil sınırları yenidoğanda 86-170°, 2 aylıkta 40-123° ve 9 aylıktan itibaren 10-90° olmaktadır.
The dominance of right to left ventricular mass in the neonatal period which resembles to that of fetal life reverses during the first year. The changes observed in the mean QRS axis (âQRS) in the frontal plane during infancy reflects this. To investigatate this, the ECG of 66 normal neonates were followed up for two years. The mean frontal âQRS shifted from + 127° rapidly to + 79° within two months and to +60° in 6 months. This inverse relationship with age was best explained by a logarithmic function (y=58.2-29.384 Log x; r= -0.73). The 3-97 percentile limits were 86-170° for the neonates, 40-123° at two months and 10-90° for 9 as well as 12 month-old infants. This did not change significantly after age 1.

5.Growth of the Pulmonary Arteries Following Systemic-Pulmonary Shunt
Gülhis BATMAZ, Ayşe SARIOĞLU, İ.Levent SALTIK, Mehmet Salih BİLAL, Figen AKALIN, Aydın AYTAÇ, Ali ERTUĞRUL
Pages 146 - 149
Siyanotik konjenital kalp hastalıklarında, hastanın hipoksisini azaltmak ve pulmoner arterlerin büyümesini sağlamak amacıyla sistemik-pulmoner şant ameliyatları yapılmaktadır. Bizim çalışmamızda yaşları 4 ay-25 yaş arasında değişen (ortalama 3.75±4.51) 26'sı Fallot tetralojili olmak üzere 35 pulmoner stenozlu siyanotik konjenital kalp anomalili hastaya sistemik-pulmoner şant ameliyatı yapıldı ve bu hastalarda ameliyattan sonra pulmoner arter çaplarında olan değişim ekokardiyografik olarak izlendi. Sağ (RPA) ve sol (LPA) pulmoner arter çaplarının aynı vücut alanındaki normal çocuklardaki ölçümlerin ortalamasından kaç standart sapma farklı olduğunu gösteren "z" değerleri ile McGoon oranları ameliyat öncesi ve sonrasında hesaplanarak ameliyattan sonra pulmoner arter çaplarındaki büyüme araştırıldı. RPA'e ait "z" değeri ameliyattan önce -2.39±1.60 iken, ameliyattan sonra -1.12±1.09 (p<0.0001), LPA için sırasıyla -1.39±1.44 ve -032±1.40 (p<0.005), RPA ve LPA çapları toplamı için -2.10±1.43 ve -0.86±1.13 (p<0.001) bulundu. McGoon oranının 1.66±0.34'ten 2.02±2.28'e büyüdüğü gösterildi (p<0.001). 2 yaşından önce ve sonra ameliyat edilen hastaların pulmoner arter çaplarındaki büyüme açısından fark bulunamadı. Sonuç olarak, pulmoner stenozlu siyanotik konjenital kalp hastalıklarında sistemik-pulmoner şant ameliyatlarının hipoksiyi azaltma yönünde bilinen etkisi yanında, pulmoner arterlerin büyümesi üzerine de olumlu etkilerinin olduğu ekokardiyografik olarak gösterilmiştir.
Our study included 35 patients (26 of them were tetralogy of Fallot) with cyanotic congenital heart disease who underwent systemic-pulmonary shunt operation. Changes in size of pulmonary arteries were followed by echocardiography. "z" value, indicating the difference of the right (RPA) and left (LPA) pulmonary artery diameters of these patients from the mean of the normals children with the same body surface area in terms of the standard deviation and McGoon ratios before and after the operation were calculated. "z" value of RPA was found -1.12±1.09 after the procedure while it was -2.39±1.60 before the operation (p<0.0001). These values for LPA before and after the operation were -1.39±1.44 and -0.32±1.40 respectively (p<0.005). "z" value for the total diameters of RPA and LPA was -2.10±1.43 before the operation and it proved -0.86±1.13 after that (p<0.001). McGoon ratio was found to increase from 1.66±0.34 to 2.02±0.28 (p<0.001). There was no difference between the pulmonary artery growth of the patients operated before and after the age of 2 years. In conclusion, our results confirmed that systemic to pulmonary shunt operations affect the prowth of pulmonary arteries positively, in addition to their known effects on decreasing hypoxia in patients with cyanotic congenital heart disease with pulmonary stenosis.

6.Thallium Scans in Patients with Syndrome X
Osman YEŞİLDAĞ, İrem BERNAY, Ender ÖRNEK, Murathan ŞAHİN, Olcay SAĞKAN
Pages 150 - 155
Tipik stabil angina pektoris semptomlu hastalardan koroner angiografileri normal olup ortalama yaşları 45±1.7 (30-58) olan 20'sinde (10 erkek, 10 kadın) semptomla sınırlı maksimal treadmill efor testi yapılmış ve akabinde talyum-201 miyokard perfüzyon sintigrafisi (SPECT ile) uygulanmıştır. Bu çalışma, talyum sintigrafisi sonucunu etkileyebilecek hiçbir hastalığı bulunmayan, anginası olan ve koroner angiografileri normal olan hastalarda yapılmıştır. Hastaların 13'ünde (% 65), istirahat EKG'sinde iskemi (9 hasta), sağ dal bloğu (2 hasta), sık ventriküler ekstrasistoller (1 hasta), atriyal fibrilasyon (1 hasta) görülmüş; 7 hasta (% 35) normal bulunmuştur. Egzersiz testi 16 hastada (% 80) pozitif (= 1 mm ST depresyonu) bulunurken, 4 hastada (% 20 negatif tespit edilmiştir. Talyum sintigrafisi hastaların 19'unda (% 95 anormal bulunurken sadece 1 hastada normal (% 5) saptanmıştır. Talyum testi (-) bulunan tek hastada ise istirahat EKG'si ve efor testi anormal bulunmuştur. Talyum testinde özellikle septum ve anterior segmentlerin daha fazla perfüzyon defekti gösterdiği saptanmıştır. İstirahat EKG'si ve efor testi (-) olan 2 hastada talyum testinin (+) bulunuşu sendrom X tanısı yönünden bu testin önemini ortaya koymaktadır. Sonuç olarak tipik stabil anginası olup, koroner angiogramları normal bulunan 20 hastanın 19'unda talyum defektleri, olduğunun gösterilmesi mikrovasküler anginanın (sendrom X) sanıldığından daha yaygın olabileceğini düşündürmektedir.
Symptom-limited maximal treadmill exercise tests were performed in 20 patients (mean age 45±1.7; 10 male and 10 female) who had typical angina pectoris, and normal coronary angiography. In all patients, the thallium scans (SPECT) were initiated in 5-8 minutes after the injection of thallium. The patients did not have any disease which could affect the thallium scan. None gave a history or showed electrocardiographic (ECG) evidence of previous myocardial infarction. Resting electrocardiogram was normal in 7 patients, but ECG's showed ischemic changes in 9 patients, right bundle-branch block in 2 patients, frequent ventricular premature beats in 1 patient, atrial fibrillation in 1 patient. The exercise test was electrocardiographically positive (=1 mm ST depression in 16 patients, 80 %) and negative in the remaining . Nineteen patients (95 %) had abnormal thallium scans and only one patient a normal thallium scan. The patient with normal scan had abnormal resting ECG and exercise test. The finding of abnormal thallium scans in two patients with a normal ECG and exercise test emphasizes the importance of thallium test in the diagnosis of syndrome X. In conclusion, thallium defects described in 19 of 20 patients with angina and normal coronary arteriograms suggest that microvascular angina (syndrome X) may be commoner than is generally appreciated.

7.Dipyridamole Echocardiography vs Treadmill Exercise in Patients with Coronary Artery Disease
Ali ERGİN, Emrullah BAŞAR, Namık Kemal ERYOL, Ahmet SAKALLI, Abdullah DELİCEO, Servet ÇETİN, A.Hulusi KÖKER
Pages 156 - 160
Bazı olgularda, koroner arter hastalığı (KAH) tanısı koymada ve testin uygulanmasında problemler vardır. Son zamanlarda dipiridamol ekokardiyografi (DE), KAH tanısında egzersiz gerektirmeksizin, tarama testi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Angina pektorisi ve KAH şüphesi olan 61 olguda DE ve treadmill efor testinin sensitivite ve spesifitelerini karşılaştırdık. On dakika içinde 0.9 mg/kg dipiridamol intravenöz infüzyon olarak verildi. DE testi tek damar hastası olan 28 olgunun 18'inde (% 64), çok damar hastası olan 24 olgunun 18'inde (% 75) patolojik bulundu. KAH tanısında DE % 69, treadmill testi ise % 64 sensitiviteye ulaşıyordu. KAH için her iki testin de spesi-fitesi % 100 bulundu. DE'de duvar hareket bozukluğunun saptanması ve/veya infüzyon esnasında EKG'de ST çökmesinin saptanması halinde test pozitif kabul edildi takdirde, dipiridamol testinin sensitivitesi % 80'e yükseliyordu. Her iki test esnasında da önemli bir komplikasyon görülmedi. Sonuç olarak DE, KAH tanısında özellikle egzersiz testi uygulanamayan veya egzersiz testinin güvenirliliğinin azaldığı olgularda başvurulabilecek, egzersiz testine alternatif bir yöntemdir.
The value of exercise electrocardiography is limited in detecting coronary artery disease (CAD) in some patients. dipyridamole echocardiography (DE) is gaining popularity as being an exercise-independent test for the diagnosis of CAD. To compare their sensitivity and specificity we conducted DE and treadmill stress testing in 61 patients with angina pectoris suspected to have CAD. The two tests were performed on different days an in random order. Dipyridamole was administered up to 0.9 mg/kg for ten minutes. DE testing was positive in 18 of 28 (64 %) patients with single-vessel disease and 18 of 24 (75 %) patients with multivessel disease. The overall sensitivity of DE was 69 % for the presence of CAD, while for treadmill stress testing this was 64 %. The specificity of both of the tests was 100 %. When abnormalities of DE were evaluated together with ST segment depression during dipyridamole infusion, the sensitivity of dipyridamole test increased to 80 %. No major complication occurred during either test. Thus, DE demonstrated a similar overall sensitivity and specificity for the diagnosis of CAD as compared with treadmill testing.

8.The Use of Endocavitary Electrode System During Implantible Cardioverter Defibrillator Implantation
Y.Belhhan AKPINAR, Yusuf YALÇINBAŞ, Francis WELLENS, Pedro BRUGADA
Pages 161 - 164
Ekim 1990-Ocak 1993 tarihleri arasında 60 olguya medikal tedaviye yanıt vermeyen ventriküler taşikardi (VT) veya ventriküler fibrilasyon (VF) nedeniyle İmplantible Cardioverter Defibrillator (ICD) implante edildi. Olguların yaşları 27-71 arasında olup ortalama yaş 44,4 yıl idi. Olgular üç grupta incelendi. Grup 1 (21 olgu) ICD implantasyonu için median sternotomi kullanıldı, grup II (22 olgu) bu grupta ilk tercih olarak "endokaviter Elektrod Sistemi" (ES) kullanıldı. 11 olguda ES tek başına, 6 olguda subkutan yama ile beraber kullanıldı. Geri kalan 5 olguda yüksek defibrilasyon eşiği nedeniyle median sternotomi gerekti, grup III (17 olgu) bu grupta 16 olguda ES kullanıldı. 9 olguda sisteme subkutan yama eklendi. Median sternotomi sadece aynı seansta koroner bypass operasyonu geçirecek bir olgu için kullanıldı. Peroperatif hiçbir olgu kaybedilmedi. Tüm seride total mortalite (% 6.6) idi. Sonuç olarak, hastaların % 82'sinde median sternotomiye gerek kalmadan ICD implantasyonu mümkün oldu.
Implantibe cardioverter defibrillators (ICD) are assuming a progressively more important role in the management of drug-refractory ventricular arrhythmias. Sixty patients received an ICD at the D.L.V. Hospital in Aalst, Belgium, between October 1990 and January 1993. The mean age was 44.4 years. The patients were evaluated in three groups. Group I consists of 21 patients in which median sternotomy with double patch combination was used. In the other two groups, an endocavitary electrode system (ES) was used as first choice. In group II (22 patients) it was possible to use the ES alone in 11 patients, six patients required a subcutaneous patch and 5 patients required median sternotomy because of high defibrillation thesholds (DFT). In group III (17 patients), 16 patients received the ES. For 9 patients a subcutaneous patch had to be added to the system for high DFT (56 %). Stermotomy was used only for one patient requiring a coronary bypass operation in addition to ICD. Operative mortality did not exist. The overall mortality (early+late) was 6.6 %. We concluded that it was possible to avoid median sternotomy in 82 % of the patients.

DERLEME
9.Reviews Radiofrequency Ablation of Supraventricular Tachyarrhythmias
Erdem DİKER, Pedro BRUGADA
Pages 165 - 172
Kateter ablasyonunun hedefi bazı aritmilerden sorumlu reentry, halkasını kalıcı olarak ve güvenle kesmektir. Bu uygulama supraventriküler aritmilerin tedavisinde 1982 yılından beri kullanılmaktadır. Özellikle radyofrekans enerjisinin ablasyonda kullanılmasından beri supraventriküler takikardilerin kateterle güvenli tedavisi yerleşik hale gelmiştir. Bu teknikle kontrolü, küçük çaplı lezyonların oluşturulması klinik uygulamada mükemmel güvenlik sınırları içerisinde çalışmaya olanak sağlamıştır. Günümüzde radyofrekans kateter ablasyon tekniği atriyoventriküler iletimi kesmekte, atriyoventriküler fonksiyonu modifiye etmekte, atriyoventriküler nodal reentrant takikardileri herhangi bir kalıcı pacemaker implantasyonuna gerek kalmadan ortadan kaldırmada başarı ile kullanılmaktadır. Ayrıca aksesuar yol ablasyonu da yüksek başarı oranları ile gerçekleştirilmektedir. Sonuç olarak, supraventriküler takikardilerin radyofrekans kateter ablasyonu ile tedavisi ilaç tedavisine refrakter olan hastalarda ispatlanmış iyi bir tedavi seçeneğidir.
The goal in catheter ablation is to permanently and safely interrupt the tachycardia circuit responsible for a particular arrhythmia. It has been used as a treatment for supraventricular arrhythmias since 1982. Since radiofrequency energy was introduced for ablation, safe treatment of supraventricular tachycardia has become commonplace. The ease of control of lesion formation and the relatively small lesion size have led to the excellent safety profile observed in the clinical application of this technique. It is now widely and successfully used to interrupt atrioventricular conduction, to modify atrioventricular function and eliminate atrioventricular nodal reentrant tachycardia without the necessity of permanent pacemaker implantation. In addition, ablation of accessory pathyways can be accomplished with high degree of success. Finally, catheter ablation of supraventricular tachycardia is a well established therapeutic option in selected patients with supraventricular tachycardia refractory to pharmacologic therapy.

10.Radionuclide Techniques in Investigating Cardiac Functions
Haluk Burçak SAYMAN, Kerim SÖNMEZOĞLU
Pages 173 - 178
Bu yazıda, kalp fonksiyonlarının incelenmesinde kullanılan radyonüklid yöntemler anlatılmıştır. Bu amaçla kullanılan radyofarmasötikler tarihsel süreç içerisinde gözden geçirilmiştir. First-pass ve equilibrium çalışmaları gibi farklı sintigrafi teknikleri, kullanılan gama kamera sistemleri ve bu tür incelemelerde kullanılan bilgisayar programlarının temel çalışma prensipleri açıklanmıştır. Ayrıca görüntüleme sırasında, hasta hazırlığı ile ilgili dikkat edilmesi gereken özelliklere değinilmiştir. Görüntülerin değerlendirilme şekli anlatılmış ve daha sonra, radyonüklid tekniklerin klinikte kullanılabileceği hastalıklardan kısaca söz edilmiştir.
Radionuclide methods used in investigating cardiac functions are reviewed. The radiopharmaceuticals that were used for this purpose are surveyed in its historical outcome. Different scintigraphic techniques such as, first-pass and equilibrium studies, applied gamma camera systems, basic principles of computers which were used in this kind of examinations are explained. Points to be taken into consideration during imaging and patient preparation are specified. Image interpretation is described; then, diseases in which radionuclide techniques may be used in their clinical diagnosis are briefly mentioned.

11.Rupture of Posterior Wall of Left Ventricle After Mitral Valve Replacement
Rıza TÜRKÖZ, Ahmet BALTALARLI, Ayhan AKÇAY, Levent YILIK, Mert KESTELLİ, Mansur ŞAĞBAN
Pages 189 - 192
İzmir Atatürk Devlet Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi kliniğinde 41 aylık süre içerisinde 174 olguya mitral kapak replasmanı (MKR) yapıldı. 10 olgu erken postop, dönemde kaybedildi. Bu olgulardan 3 tanesinde ölüm nedeni ventrikül rüptürüydü. Bunların ikisinde rüptür atrioventriküler sulkusda, diğerinde ise atriyoventriküler sulkus ile papiller adale arasında olduğu saptandı. Erken veya geç dönemde ortaya çıkabilen sol ventrikül rüptürü, mitral kapak replasmanını takiben görülen ölümlerin ana sebeplerinden biridir. Arka korda tendineanın korunması ile mitral kapak replasmanından sonra ventrikül rüptürü riski azalacaktır.
During a 41-month period, 174 patients underwent mitral valve replacement at İzmir Atatürk State Hospital. There were 10 hospital deaths, 3 of which were due to ventricular rupture. In the 2 patients who died of ventricular rupture tears were located in the atrioventricular groove and in the remaining patient the tear was located between the atrioventricular groove and the papillary muscle. Immediate or delayed left ventricular rupture has become a major cause of death following mitral valve replacement. With preservation of the posterior chorda tendinea, the risk of ventricular rupture after mitral valve replacement should be reduced.

12.Letter to The Editor
Murat Demirtaş, Tuğrul Okay
Pages 193 - 194
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.