ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
TÜRK KARDİYOLOJİ DERNEĞİ ARŞİVİ - Turk Kardiyol Dern Ars: 28 (1)
Cilt: 28  Sayı: 1 - Ocak 2000
1.
İngilizce Özetler
Summaries of Articles

Sayfalar 4 - 7
Makale Özeti |Tam Metin PDF

2.
Türk Atriyal Fibrilasyon (TAF) Çalışması Non-valvüler Atriyal Fibrilasyonlu Hastalarda Antikoagülan ve Aspirin'in Tromboembolik Risk Üzerine Etkilerinin Karşılaştırıldığı Çokmerkezli, Randomize Çalışma
The Turkish Atrial Fibrillation Study
Zerrin YİĞİT
Sayfalar 8 - 19
Atriyal fibrilasyon 60 yaşın üzerinde prevalansı %6'ya kadar ulaşan, beraberinde artmış tromboemboli riskini getiren kardiyak bir aritmidir. Nonvalvüler atriyal fibrilasyonlu (NVAF) olgularda, Türkiye'de tromboembolik komplikasyonları önlemek amacıyla antikoagülan tedavinin uygulanabilirliğini ve alternatif tedavi olarak aspirinin değerini araştırmak istedik. Çalışmaya İstanbul, Ankara ve İzmir'den 8 merkez katıldı. Çalışma 1 Nisan 1995 tarihinde başladı ve 1 Haziran 1997 tarihinde hasta alımına son verildi. Olgular en az bir yıl süre ile izlendiler. Çalışmaya 735 NVAF'lu hasta alındı. 281'i aspirin, 223'ü coumadine ve 231'i kontrol grubuna randomize edildi. Ancak protokol ihlali nedeniyle olguların 376'sı çalışmadan çıkarıldı, 359 olgu (119'u aspirin, 120'si coumadine ve 120'si kontrol) değerlendirmeye alındı. Antikoagülan grubuna protrombin zamanı (PT) normalin 1.5-2 katı, INR 2-2.5 arasında olacak şekilde coumadine (Coumadin-Eczacıbaşı) tablet, aspirin grubuna günde 300mg aspirin (Coraspin-Bayer) verildi. Coumadine grubundaki olgular aylık PT kontrolleri ile, aspirin ve kontrol gruplarındaki olgular üçer aylık kontroller ile izlendiler. Aspirin grubunda 7 (%5.9) olguda, coumadine grubunda 1 (%0.8) olguda ve kontrol grubunda 12 (%10.0) olguda tromboembolik olay gelişti. Kontrol grubuna göre coumadine grubunda tromboemboli sıklığı anlamlı olarak azdı (p=0.008). Aspirin grubu ile coumadine grubu arasında tromboembolik olay sıklığı açısından anlamlı fark saptanmamasına karşın, kontrol grubu ile de aralarında anlamlı fark yoktu. Tromboembolik olay sıklığında, coumadin grubunda kontrol grubuna göre %94 risk azalması saptandı. Aspirin grubunda, kontrola göre anlamlı bir fark bulunmamakla birlikte kontrol grubuna göre %46 emboli riskinde azalma görüldü. Kanama açısından değerlendirildiğinde aspirin ve kontrol gruplarında birer majör kanama saptanmasına karşın (%0.8), coumadine grubunda 5 majör kanama (%4.2) oldu. Üç grup arasında anlamlı fark saptanmadı. Tedavi gruplarında ölüm dağılımı incelendiğinde izleme süresi içinde toplam 25 ölüm görüldü. Bunların 12'si (%10.8) aspirin, 7'si (%5.8) coumadin ve 6'sı (%5.0) kontrol grubundaydı. Üç grup arasında anlamlı fark bulunmadı. Sonuç olarak atriyal fibrilasyonlu hastalarda tromboemboli riskini azaltmada tercih edilecek ilaç coumadine olmalıdır. Ancak emboli riskini %46 azalttığı göz önüne alınarak ülkemiz koşullarında, coumadine kullanılamadığı durumlarda, aspirin atriyal fibrilasyonlu hastalarda tromboembolik riski azaltmada alternatif bir tedavi olabilir.
Atrial fibrillation (AF), the prevalence of which reaches 6% in those aged over 60 years, carries an increased risk of thromboembolism. We studied the applicability of anticoagulant therapy and the value of aspirin as an alternative therapy in preventing thromboembolic complications in patients with AF in Turkey. The study included 8 centers from İstanbul, Ankara and İzmir. It started on April 1, 1995, and patient enrolment was terminated on June 1, 1998. The cases were followed-up for at least one year. Seven-hundred and thirty-five patients were included in the study. Two-hundred and thirty-one patients were randomized to aspirin, 223 to coumadine and 231 patients were in the control group. Due to violation of the protocol, 376 cases were eventually excluded from the study. The remaining 359 cases (119 aspirin, 120 coumadine and 120 control) were taken into assessment. The patients in the anticoagulant group received coumadine (Coumadine-Eczacıbaşı) tablets so as to maintain a prothrombin time (PT) 1.5-2 times the normal, an INR between 2-2.5. The aspirin group received 300 mg/day (Coraspin-Bayer). The patients in the coumadine group were followed up every month with PT check, and the ones in the aspirin and the control groups were followed up every 3 months. Thromboembolism occurred in 7 (5.9%) cases in the aspirin group, in 1 (0.8%) case in the coumadine group and in 12 (10.0%) cases in the control group. With respect to the control group, the frequency of thromboembolic events in the coumadine group was significantly lower (p=0.008). No significant difference existed between the frequency of thromboembolic events in the aspirin and the coumadine groups, nor between the control and aspirin groups. There was a 94% decreased risk of thromboembolism in the coumadine group in comparison to the control group. In the aspirin group, though not significantly different, there was a 46% decrease in the risk of emboli as compared to the control group. There was 1 case (0.8%) of major bleeding each in the aspirin and the control group; 5 cases of major bleeding (4.2%) was found in the coumadine group. When the distribution of deaths was analysed among the treatment groups, a total of 25 deaths (6.9%) was observed. Twelve (10.8%) of these were in the aspirin group, 7 (5.8%) in the coumadine group, 6 (5.0%) in the control group. There was no significant difference in terms of mortality among the groups. Thus, in order to decrease the risk of thromboembolic events in patients with AF, the preferred drug should be coumadine. However, considering that aspirin probably decreased the risk of emboli substantially, aspirin 300 mg/day may well be given to patients with AF when use of coumadine is not feasible or practical.

DERLEME
3.
Koroner Kalp Hastalığı Riskini Yükselten Diyabet Sıklığı Erişkinlerimizde Hızla Artıyor
Surge in Prevalence of Diabetes Mellitus Among Turkish Adults: Excess Coronary Risk in Subjects with Impaired Glucose Tolerance
Altan ONAT, Ali ÇETİNKAYA, Vedat SANSOY, Beytullah YILDIRIM, İbrahim KELEŞ
Sayfalar 20 - 26
TEKHARF Çalışmasının 1998 yazında gerçekleştirilen üçüncü takibinde 1838'i eski kohort, 737'si yeni alınan kohort olmak üzere, toplam 2575 erişkinde diyabet ile glukoz intolerans prevalansında son 8 yıl içerisinde meydana gelen eğilimler araştırıldı. Prevalansta değişimler, cinsiyet ve yaş gruplarına özgü resmi nüfus verileri ya da tahminlerinden hesaplanarak belirlendi. Kendini diyabetik olarak bilme, açlık kan şekeri ?140, ya da postprandiyal değeri ?200 mg/dl kriterleri uygulanınca, diyabetin toplam kohorttaki prevalansı erkek ve kadınlarda %4.5 ve %7.3, glukoz intoleransının prevalansı ise, sırasiyle %2.6 ve %1.6 bulundu. Buna göre halkımızda erişkin diyabeti sıklığının 1990 yılında 1 milyondan, 8 yıl sonra 1.66 milyona yükseldiği anlaşılmaktadır. Yaşlanma ve nüfus değişiminden arındırılınca da, diyabetin erkeklerde %13, kadınlarda %27 oranında arttığı, bu artışın obeziteye eğilim, fizik aktivitede azalma ve sigara içiminde artmadan kaynaklanan insülin direnci yükselmesinden ileri gelebileceği öne sürüldü. Türkiye'de diyabetli erişkin sayısının yılda %6'yı aşan düşündürücü bir hızda, mutlak olarak yılda 100 bin kadar, arttığı bu çalışmaya dayanılarak tahmin edilmektedir. Ayrıca, yalnız glukoz intoleranslı erişkinlerin 570 bin dolayında olduğu düşünülmektedir. Eski ve yeni kohortta koroner kalp hastalığı sıklığı glukoz toleransı normal bulunan kişilerde %5.8 iken, toleransı bozuk 203 kişide üç katı (%17.2) idi. Koroner riskte artış kadınlarda yaşa bağımlı iken, glukoz toleransında bozukluk erkeklerde yaştan bağımsız anlamlı bir faktördü. Bu gözlemlerden, korunma stratejisinde yaşam tarzı modifikasyonlarına toplumumuzca çok daha fazla önem verilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
In the second follow-up of the Turkish Adult Risk Factor Study 1998, a total of 2575 adults (comprising 1838 subjects of the original cohort and 737 persons newly enrolled) were examined. This report describes the data pertaining to the prevalence of diabetes and glucose intolerance and analyzes relevant changes incurred over the past 8 years by utilizing sex- and age-specific data of official population censure or estimates. Utilized criteria for identifying diabetes were: persons known to be diabetic, a fasting glucose concentration in venous plasma of (=140, or a postprandial value (=200 mg/dl. The prevalence of diabetes in the entire cohort was 4.5% and 7.3% in men and women, that of glucose intolerance was 2.6% and 1.6%, respectively. These rates correspond to a prevalence of adult diabetes of 1.66 million (of which 1.05 million in females) - up from 1.0 million in 1990. When adjustment for both population increase and aging was made, namely when compared to the standard 1990 population, diabetes was now more frequent by 13% among men, and by 27% among women. This rapid rise was in keeping with the observed increase in the prevalence of obesity and of physical inactivity. Annual rise in the total prevalence of diabetes appeared to be an astounding 6.5%. Overall prevalence of glucose intolerance was estimated as 570.000. While the prevalence of coronary heart disease in the original and new cohort among subjects with normal glucose tolerance was %5.8, it was three-fold (17.2%) in 203 participants with overall glucose in-tolerance. Elevated coronary risk among individuals with glucose intolerance appeared to be dependent on age-related factors in women, whereas in men part of the excess risk was independent from age. It was concluded that the Turkish community should lend much more emphasis on lifestyle modifications in the strategies pertaining to the prevention of diabetes mellitus.

4.
Sol Ventrikül Sistolik Fonksiyon Bozukluğu Olan Sinüs Ritmindeki Hastalarda Sol Ventrikül Doluş Örneğinin Sol Atriyal Apendiks Fonksiyonuyla ve Sol Atriyal Trombüs Oluşumu ile İlişkisi
Relations of Left Ventricular Doppler Filling Patterns to Left Atrial Appendage Function and Left Atrial Thrombus Formation in Patients with Left Ventricular Systolic Dysfunction in Sinus Rhythm
Mehmet BİLGE, Beyhan ERYONUCU, Niyazi GÜLER
Sayfalar 27 - 32
Transözofajiyal ekokardiyografi (TÖE) ile 3 farklı tipde sol ventrikül (SV) Doppler doluş örneği gösteren SV sistolik fonksiyon bozukluğu olan hastalarda, SV doluş örneğinin sol atriyal apendiks (SAA) fonksiyonuyla beraber sol atriyal (SA) spontan eko kontrast (SEK) ve trombüsle ilişkisini araştırdık. Sinüs ritimli, SV sistolik fonksiyon bozukluğu olan 44 hasta çalışmaya alındı ve SV doluş örneğine göre 3 alt gruba ayrıldı: Grup I; gecikmiş relaksasyon (mitral E dalga hızı/A dalga hızı<1, n=16), grup II; psödonormal doluş (1< E/A<2, n=12) ve grup III; restriktif doluş örneği (E/A>2, n=16) gösterenler. Kontrol grubu olarak yapısal kalp hastalığı olmayan 11 olgu alındı. Hasta gruplarının kontrol grubuna göre daha düşük SV ejeksiyon fraksiyonu vardı ve en düşük grup III'de idi (kontrollere göre her bir karşılaştırma için p<0.001). SAA boşalma hızları, kontrol ve grup I'de farklılık göstermedi (72±4 cm/sn, 61±20 cm/sn). Kontrollere göre grup II ve III'de düşüktü (sırasıyla 44±14 cm/sn, 35±14 cm/sn; p<0.01, p<0.001), ancak grup II ve III arasında farklılık yoktu. SAA maksimal alanı, kontrol grubuna göre (4±0.7 cm2) grup II (5.4±1 cm2) ve III'de (6.3±1.5 cm2) daha büyüktü (p<0.05, p<0.001). Kontroller ile grup I ve grup II ile III arasında anlamlı farklılık yoktu. TÖE ile SA trombüs sırasıyla grup I'de iki, grup II'de üç ve grup III'de beş hastada saptandı. Kontrol ve hasta grupları arasında anlamlı farklılık yoktu. TÖE ile SA SEK sırasıyla grup I'de beş, grup II'de sekiz ve grup III'de 13 hastada saptandı. Kontrol ve hasta grupları arasında belirgin farklılık vardı (p<0.001). Sonuç olarak, restriktif ve psödonormal doluş örneği gösteren SV sistolik fonksiyon bozukluğu olanlarda SAA fonksiyonu azalmış bulundu. SV doluş örneğine göre alt gruplar arasında SA trombüs dağılımında farklılık olmamasına rağmen SA SEK dağılımı farklı bulundu. Sonuçlarımız, SA basınç artışların SAA fonksiyonunu azaltabileceği düşüncesini desteklemektedir.
In the present study, we investigated the relation of left ventricular (LV) Doppler filling patterns to left atrial appendage (LAA) function, left atrial (LA) spontaneous echo contrast (SEC) and LA thrombus in patients with LV systolic dysfunction with three specific types of LV filling patterns by transesophageal echocardiography (TEE). Forty-four patients with LV systolic dysfunction in sinus rhythm were included in this study. Patients were divided into three groups according to LV filling pattern: Group I: those with an impaired relaxation filling pattern (E wave/A wave <1, n=16), group II; those with a pseudonormal filling pattern (E/A=1-2 , n=12) and group III: those with a restrictive filling pattern (E/A>2, n=16). Eleven subjects without cardiovascular disease were selected as the controls. All patient groups showed significantly lower LV ejection fraction than the control group (p<0.001 for each comparison), and LV ejection fraction was lowest in group III. There was no significant difference in the LAA emptying velocity between the controls and group I (72±4 cm/sec, 61±20 cm/sec, respectively). The LAA emptying velocities were significantly reduced in groups II and III compared with the control group (44±4 cm/sec, 35±14 cm/sec respectively; p<0.01, p<0.001), but there was no significant difference in the LAA emptying velocity between the groups II and III. The maximal LAA areas were significantly larger in group II (5.4±1 cm2) and group III (6.3±1.5 cm2) than in the control group (4±0.7 cm2) (p<0.05, p<0.001, respectively). The maximal LAA areas did not differ between the controls and group I, and between group II and III. With TEE, LA thrombus was present in 2 patients in group I, in 3 patients in group II and 5 patients in group III. There was no significant difference in the occurrence of LA thrombus among the groups. LA SEC by TEE was observed in 5 patients in group I, in 8 patients in group II and in 13 patients in group III. There was significant difference in the occurrence of LA SEC among the groups (p<0.001). In conclusion, LAA dysfunction was noted in patients with LV systolic dysfunction with restrictive and pseudonormal LV filling patterns. Although there was no significant difference in LA thrombus distribution, significant difference was found in LA SEC distribution among three groups according to their LV filling patterns. These results support the idea that marked elevation of LA pressures may reduce LAA function.

5.
İnfarktüsle İlgili Olan ve Olmayan Koroner Arter Lezyonlarında Anjiyoplasti Öncesi ve Sonrasında "Myocardial Fractional Flow Reserve" Ölçümü Karşılaştırması
Measurement of Myocardial Fractional Flow Reserve During Coronary Angioplasty in Infarct-related and Non-infarcet-related Coronary Artery Lesions
Oğuz CAYMAZ, Hakan TEZCAN, A.Serdar FAK, Ahmet TOPRAK, Sena TOKAY, Ahmet OKTAY
Sayfalar 39 - 44
Miyokardiyal "fractional flow reserve" (FFR) koroner arter lezyonlarının fizyolojik önemini ortaya koymak için kullanılan güvenilir bir invazif yöntemdir. Ancak bu yöntemin akut miyokard infarktüsüne (AMİ) yol açmış infarktüsle ilgili arterlerde (İİA) kullanımı ve bu durumdaki yararları ile ilgili bilgiler sınırlıdır. Bu çalışmanın amacı yeni AMİ geçirmiş (Grup 1) ve AMİ geçirmemiş (Grup 2) hastaların benzer koroner arter lezyonlarında perkutan transluminal koroner anjiyoplasti (PTKA) öncesi ve sonrasında ölçülen FFR değerlerini karşılaştırmaktır. Son iki hafta içinde AMİ geçirmiş tek damar hastası olan 14 ardışık hasta Grup 1'i , AMİ geçirmemiş ve tek damar hastalığı bulunan 14 ardışık hasta Grup 2'yi oluşturmuştur. Koroner arter lezyonları başlangıçta ve optimal PTKA yapıldıktan hemen sonra kantitatif koroner anjiyografi (KKA) ve FFR ölçümleri ile tüm hastalarda değerlendirildi. FFR değerleri 0.014 inçlik basınç teli kullanılarak ve adenozin ile miyokard hiperemisi uyarıldığında lezyon distalinde ölçülen basıncın aortik basınca oranı elde edilerek hesaplandı. Her iki grupta 14'er hasta vardı. İki grup arasında yaş (Grup1 61.9±11.3, Grup2 52.7±6.8 yıl, p<0.05) ve PTKA öncesi elde edilen FFR değerleri (Grup1 %77.6±5.4, Grup2 %63.3±8.4, p<0.001) dışında cinsiyet, girişim arteri, işlem öncesi ve sonrası referans çap, minimal lümen çapı, darlık derecesi ve PTKA sonrası FFR değerleri bakımından fark yoktu. Grup 1'de işlem öncesi ortalama darlık derecesi önemli (%66.5±10.5) bulunmasına karşın ölçülen FFR değeri (%77.6±5.4), AMİ geçirmemiş hastalar için kullanılan kritik FFR değerine göre (FFR<% 75) önemsiz düzeyde bulunmuştur. FFR yöntemi sonuçları AMİ'ne yol açmış lezyonlarda, AMİ'ne yol açmamış lezyonlardan farklı bulunmuştur. Yöntem İİA lezyonlarının fizyolojik önemlerini ortaya koymak için kulllanılamaz.
Myocardial fractional flow reserve (FFR) has been demonstrated to be a useful method for determining the physiologic importance of a given coronary lesion. However, the reliability of the FFR measurement is unknown in infarct related arteries (IRA). The aim of this study was to measure and correlate the FFR findings of 14 consecutive patients who had recent acute myocardial infarction (AMI) (Group1) with 14 consecutive patients who did not have AMI (Group2) before and after percutaneous transluminal coronary angioplasty (PTCA). Quantitative coronary angiography (QCA) and FFR measurements were determined both before and after optimal PTCA for all patients. FFR was measured by use of a 0.014 inch guidewire as the ratio of the pressure distal to the target lesion to the aortic pressure taken during the maximal hyperemia induced by intracoronary adenosine. There were no differences between the two groups related to gender, target artery reference diameter, minimal luminal diameter and percent diameter stenosis of the vessel both before and after PTCA. While FFR findings after PTCA were not different between the groups, they were statistically different before PTCA (Group1 %77.6±5.4, Group2 %63.3±8.4, p<0.001). Although QCA determined percent diameter stenosis was significant (%66.5±10.5) for Group 1, FFR values were higher than 75% (%77.6±5.4) indicating insignificant stenosis. Thus, it was concluded that FFR measurements before PTCA are different between IRA and non-IRA and the cut-off point of 75% may not be valid for IRA.

DERLEME
6.
Sinüs Ritmine Döndürülen Nonvalvüler Atriyal Fibrilasyonlu Hastalarda Sinüs Ritminde Kalmada Etkili Klinik ve Ekokardiyografik Parametreler
Predictors for Maintenance of Sinus Rhythm after Cardioversion in Patients with Non-valvular Atrial Fibrillation
Barış ÖKÇÜN, Zerrin YİĞİT, M.Serdar KÜÇÜKOĞLU, Haşim MUTLU, Vedat SANSOY, Sinan ÜNER, Deniz GÜZELSOY
Sayfalar 45 - 50
Sinüs ritmine (SR) döndürülen nonvalvüler atriyal fibrilasyonlu (NVAF) hastalarda, 6 aylık süre içerisinde atriyal fibrilasyonun (AF) tekrarlamasını belirlemede etkin olabilecek klinik, transtorasik (TTE) ve transözefagiyal ekokardiyografi (TÖE) parametrelerini incelemeyi amaçladık. Bu amaçla 1/1/19954-1/9/1997 tarihleri arasında SR döndürülen NVAF'li 110 hasta değerlendirildi. SR döndürülen olgularda 6 ay içerisinde AF'nin tekrarlamasında etkili parametreler şu şekilde belirlendi. 1) Klinik parametreler : AF süresinin 3 aydan uzun olanlarda, elektriksel kardiyoversiyon (EKV) ile SR döndürülenlerde, konjestif kalp yetersizliği (KKY) ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) bulunanlarda, 2) SR döndürülmeden önce yapılan TTE'de sol atriyum (LA) çapı 4.5 cm'den büyük olanlarda, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (LVEF) %55'den düşük olanlarda, mitral anulus kalsifikasyonu (MAK) bulunanlarda, TÖE'de sol atriyum apendiks pik flow'u (LAAPF) 30 cm/s'nin, sol atriyum apendiks ejeksiyon fraksiyonu (LAAEF) %30'un, pulmoner ven sistolik akımı (PVSA) 35 cm/s'nin altında olanlarda ve sol atriyal spontan eko kontrast (LASEK) bulunanlarda AF tekrarını daha sık saptadık. Baktığımız parametreler içerisinde LAAEF'yi, AF tekrarını belirlemede bağımsız bir parametre olarak bulduk. SR döndürülmesi planlanan bir hastada klinik, TTE ve TÖE parametrelerinin değerlendirilmesinin, hastanın SR'de kalıp kalmayacağını önceden belirlemede yararlı olacağı kanısındayız.
Recurrence of atrial fibrillation (AF) after cardioversion (CV) is determined by various clinical and echocardiographic parameters. The purpose of this study was to determine the clinical and transesophageal echocardiographic (TEE) parameters predicting maintenance of sinus rhythm in patients with nonvalvular AF. One hundred and ten consecutive patients (56 men, 54 women, mean age 69 ± 9 years) who had been successfully converted to sinus rhythm and followed up at least 6 months were prospectively included in the study. Age, gender, the presence of diabetes, hypertension, coronary artery disease or chronic obstructive pulmonary disease, duration of AF, type of CV, configuration of the fibrillation wave on ECG were the clinical and left atrium diameter, left ventricular ejection fraction (EF), left atrium appendage (LAA) peak flow, LAAEF, pulmonary venous systolic and diastolic flows, the presence of LA spontaneous echo contrast, mitral ring calcification or mitral valve prolapses were the analysed transesophageal variables to predict recurrence of AF in 6 months that were evaluated on multiple stepwise logistic regression analysis. The patients were grouped into those reverted to AF in 6 months and in whom sinus rhythm was maintained longer. Fifty seven (%52) patients were still in sinus rhythm after 6 months from CV. LAAEF <30% was found to be the only independent variable (p<0.0012) predicting recurrence in 6 months after CV in patients with nonvalvular AF. It is concluded that TEE variables often used to determine thromboembolic risk may also be used to predict the outcome of CV.

7.
QT Dispersiyonu: İlginç Bir Araştırma Konusu mu, Klinik Değer Taşıyan Bir Tanı Yöntemi mi?
QT Dispersion: An Interesting Researh Field, or a Useful Diagnostic Tool?
Ali Serdar FAK, Hakan TEZCAN, Ahmet OKTAY
Sayfalar 51 - 59
Yüzeyel elektrokardiyografide en uzun ile en kısa QT aralığının farkı olarak tanımlanan Q dispersiyonu ilk olarak aritmi riskini belirleyebilen bir tanı yöntemi olarak tanımlanmıştır. QT dispersiyonunun değerlendirilmesi oldukça ucuz ve kolay ulaşılabilir olmasına karşın, ölçüm yöntemlerinde hala belirli anlaşmazlıklar ve kısıtlılıklar bulunmaktadır. Gerek manuel gerekse otomatik olarak ölçülmüş QT dispersiyonunun iskemik, aritmik ve hipertansif kalp hastalıklarında ve bazı kalp dışı hastalıklarda artmış olduğu geçtiğimiz yıllarda gösterilmiştir. Bunun yanı sıra bazı hastalarda klinik gidişi ve olumsuz klinik olayları öngörebileceği de bilgilerimiz arasındadır. Yöntemsel sorunlar ve kısıtlılıklar aşıldığında QT dispersiyonu ölçümü hastalıklar ve hastalık riskiyle ilgili önemli bilgiler verebilecek bir tanı aracı olma potansiyelini taşır gibi görünmektedir.
QT dispersion defined as the difference between the maximum and the minimum QT interval duration in the twelve lead electrocardiogram has originally been reported as a marker for risk arrhythmia. Although the evaluation of QT dispersion is considered to be inexpensive and easily available, there still exists technical problems related to the methodology. QT dispersion measured either manually or automatically has been shown to be increased in ischemic, arrhythmic and hypertensive heart diseases and in some noncardiac diseases as well. It has also been ascribed to adverse clinical outcome in some certain patient populations. Provided the problems related to the methodology are overcome, the measurement of QT dispersion seems to have the potential to become a useful diagnostic tool in clinical electrocardiography.

8.
Kadınlarda Koroner Arter Hastalığı: Risk Faktörleri, Klinik Tablolar, Tanı ve Tedavi Yaklaşım Farklıkları
Coronary Heart Disease in Women: Differences of risk factors, clinical manifestations, value of some diagnostic procedures and treatment approaches
Bülent GÖRENEK, Alparslan BİRDANE, Y. Ahmet ÜNALIR
Sayfalar 60 - 69
Premenopozal dönemdeki kadınlarda koroner arter hastalıklarına (KAH) erkeklerden daha az oranda rastlanmaktadır. Bu bakımdan her ne kadar kadınlar şanslı olarak görülebilirlerse de, KAH şikayetleri ile başvuran bayanların yeterince araştırılmadıkları ve KAH tanısının erkeklere göre daha fazla atlandığı dikkat çekmektedir. Pek çok KAH risk faktörünün, oluşan klinik tabloların, bazı tanısal girişimlerin değerinin ve tedavi yaklaşımlarının her iki cinsiyet arasında farklılıklar gösterdiği tespit edilmiştir. Örneğin diyabetin bir KAH risk faktörü olarak önemi kadınlarda daha fazladır. Dobutamin stres ekokardiyografinin KAH'ndaki özgüllüğünün erkeklerden yüksek, duyarlılığının benzer olduğu, treadmill egzersiz testinin ise kadınlarda yüksek oranlarda yalancı pozitif sonuçlar verdiği bilinmektedir. Ancak kadınlarda maksimal egzersiz testinin yalancı negatifliği daha azdır. Tipik anjina pektorisi olan kadın hastalarda koroner anjiyografi uygulanma sıklığı ve bu işlem sonunda ciddi koroner lezyonların saptanma olasılığı erkeklere göre daha düşüktür. Miyokard infarktüslü (Mİ) kadınlarda erkeklere oranla genellikle daha fazla risk faktörü mevcuttur ve bu hastalarda konjestif kalp yetmezliğine daha sık rastlanılmaktadır. KAH'nın mortalitesi, koroner arter bypass cerrahisinin komplikasyonları ve erken dönem mortalitesi kadınlarda daha fazladır. Ayrıca Mİ'lü kadınlara daha az oranda trombolitik tedavi yapıldığı, trombolitik tedaviye başlamada daha geç kalındığı, bu tedavinin mortalite ve morbiditesinin erkeklerden yüksek olduğu da bilinmektedir.
In pre-menopausal women, the incidence of coronary heart disease (CHD) is lower than in men. Although it looks as an advantage for women, unfortunately, most of the time they are not evaluated carefully enough for their complaints which may be related to CHD. We know that, risk factors for CHD, clinical manifestations, value of some diagnostic procedures and treatment approaches have some differences between women and men. For example, diabetes mellitus is a more important risk factor for development of CHD in women. Specificity of dobutamine stress echocardiography in CHD and the incidence of false positive result to treadmill exercise test is greater in women than in men. An entirely normal maximal exercise stress study, however, retains a good negative predictive value for excluding serious CHD in women. The women with the complaint of angina pectoris undergo cardiac catheterization with lower ratio, and the prevalence of significant lesions in coronary arteries is lower in women with typical angina than in men. Female patients with acute myocardial infarction (MI) have usually more risk factors for CHD and the incidence of developing congestive heart failure is higher. The incidence of mortality due to CHD, complications of coronary artery bypass surgery and its early mortality rate are also greater in women. Women are less likely to receive thrombolytic therapy in the acute phase of MI, even if eligible, and are likely to experience greater delay in being treated. Female patients receiving thrombolysis have a higher rate of mortality and morbidity compared to men.

OLGU
9.
Sol Ana Koroner Arter Tam Tıkanıklığı ile Seyreden Bir Olgu Sunumu
A Case Report with the Total Occlusion of the Left Main Coronary Artery
Şennur Ünal DAYİ, Haldun AKGÖZ, Tamer AKBULUT, Seden ÇELİK, Gültekin HOBİKOĞLU, Gülşah TAYYARECİ, Tezer ULUSOY
Sayfalar 70 - 72
Sol ana koroner arterin tam tıkanıklığı, kateterizasyon laboratuarlarında nadir olarak gözlenir. Bu tür ender vakalarda cerrahi yolla yeniden kanlandırma ilk tedavi seçeneğidir. Bu yazıda, 53 yaşında Q dalgasız miyokard infarktüslü bir erkek hasta bildirilmektedir. Koroner arteriografi; sağ koroner arterin sağ ventrikül dalı öncesinde %60 darlık olduğunu ve gelişmiş kollateral akım ile birlikte sol ana koroner arterin tam tıkalı olduğunu göstermekteydi. Hasta başarılı aorto-koroner baypas ameliyatı geçirdi. Ameliyat sonrası dönemde sorun gözlenmedi.
Total chronic occlusion of the left main coronary artery is a rare angiographic finding in a catheterization laboratory. In these unusual cases , the best therapeutic approach is surgical revascularization. We report a 53-year-old male presenting with non-Q myocardial infarction. Coronary arteriogram showed a total occlusion of the left main coronary artery with good collaterals from the right coronary artery that had a %60 stenosis before the right ventricular branch. The patient underwent successful coronary artery bypass surgery. Postoperative period was uneventful.



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Hızlı Arama



Copyright © 2024 Türk Kardiyoloji Derneği Arşivi