ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
TÜRK KARDİYOLOJİ DERNEĞİ ARŞİVİ - Turk Kardiyol Dern Ars: 23 (2)
Cilt: 23  Sayı: 2 - Mart 1995
1.
Makale Özetleri
Summaries of Articles

Sayfalar 68 - 72
Makale Özeti | İngilizce Tam Metin

DERLEME
2.
Yüksek Serum LP(a) Değerleri ile Koroner Arter Hastalığının Ağırlık ve Yaygınlık Derecesi Arasındaki İlişki
Extent and Severity of Coronary Artery Disease in Patients with High Serum LP(a) Levels
Hazım DİNÇER, Mustafa KAHRAMAN, Tuğrul OKAY, Can ÖZER, Yavuz MAŞRAPACI, Necati BİNGÖL
Sayfalar 73 - 77
Koroner anjiyografi ile koroner arter hastalığı olduğu saptanan yirmialtısı kadın 94 olgunun serum LPa düzeylerine bakılarak, bu olgular kendi 75. persentil değerlerine göre iki gruba ayrıldı. 75 persentil değeri olarak bulunan 41 mgr/dl'nin altında serum LPa değerleri olan ondokuzu kadın 70 olgu birinci grubu oluşturdu. İkinci grup yedisi kadın 24 olgudan oluşuyordu. Her iki grup, klinik, laboratuar ve anjiyografik özellikler açısından ve özellikle de koroner arter hastalığının ağırlık ve yaygınlık derecesi açısından karşılaştırıldı. Her iki grup arasında lipid düzeyleri, aile öyküsü, cinsiyet, diyabetiklerin, sigara içenlerin ve hipertansiyonluların adedi açısından istatistiki bir fark yoktu. Yüksek LPa değerleri olan hastalar anlamlı olarak daha genç idiler (52.7±8.2'ye karşı 58.6±9.9 yıl) p<0.01. Bu olguları cinsiyetlerine göre ayırdığımızda ise bunun sadece erkekler için geçerli bir bulgu olduğu dikkati çekiyordu. Koroner arter hastalığının ağırlık ve yaygınlık derecesi açısından da her iki grup arasında istatistiki anlam ifade eden bir farklılık görülemedi. Grup I'deki yüksek LPa değerleri olan olgulardaki hasta damar sayısı ortalama 3.1±0.9 iken, bu diğer grupta 2.9±1.0 idi. ?%50 darlıkların sayısı ise 1. grupta ortalama 4.2±2.4 iken, ikinci grupta 3.9±2.6 idi. Kritik olmasa da tüm darlıkların gözönüne alındığı yaygınlıkta ise, birinci grubun ortalaması 7.0±3.1 iken ikinci grubun ortalaması 6.9±4.3 idi. Keza yaygınlık indeksi açısından da bir fark bulunamadı (0.47±0.2'ye karşı 0.46±0.3). Basamaklı regresyon analizi ile yapılan multivariye analizde de yüksek LPa düzeyleri ile yaş dışında anlamlı bir korelasyon gösteren faktör bulunamadı.
Serum LPa levels were investigated in 94 patients with documented coronary artery disease. These patients were then divided in 2 groups by their serum LPa levels. First group consisted of 24 patients with high (more than 75th percentile of this group) serum LPa levels. The clinical, laboratory and angiographic characteristics , extent and severity of coronary artery disease were investigated, and compared in these two groups of patients. Men-though not women - with high LPa levels were younger (2.7±8.2 versus 58.6±9.9 years, p<0.01). Serum cholesterol levels, presence of family history, diabetes, hypertension and history of smoking were comparable in the two groups. None of the indices of severity and extent of coronary heart disease differed between the two groups. Mean number of diseased vessels was 3.1±0.9 in group I and 2.9±1.0 group II. The mean number of lesions with = %50 narrowing were 4.2 ± 2.4 in gorup I and 3.9±2.6 in group II. The extent scores were 0.47±0.2 versus 0.46±0.3. Univariate and multivariate analyses revealed age as the only significant factor between the two groups. This prospective study suggests a lack of correlation between high serum LPa levels and the severity and extent of coronary artery disease.

3.
Koroner Anjiyoplastide Uzun Balon Kullanımının Erken Sonuçları
Early Results of Utilizing Long Balloons During Coronary Angioplasty
Hakan KÜLTÜRSAY, Levent CAN, Ahmet ALTINTIĞ, Azem AKILLI, Mustafa AKIN, Serdar PAYZIN, Cüneyt TÜRKOĞLU
Sayfalar 78 - 81
Koroner anjiyoplastide kullanılan uzun balonların özellikle diffüz lezyonlarda hem daha etkili oldukları hem de daha az komplikasyona yol açtıkları öne sürülmektedir. Bu çalışmada klinik özellikleri birbirine benzer 2 grup hastada kısa ve uzun balonlar kullanılarak uzun balonların a) etkinliği ve güvenirliği, b) lezyona komşu proksimal ve distal normal damar segmentlerine olan akut etkisi araştırılmıştır. Birinci grupta (G1) 17 hastada uzun lezyonlarda uzun balon, ikinci grupta (G2) 20 hastada kısa lezyonlarda kısa balon kullanılarak sonuçlar karşılaştırılmıştır. Hastalarda lezyon çapı, lezyon uzunluğu, darlık yüzdesi, lezyona komşu olan proksimal ve distal normal damar segmentlerinin çapları işlem öncesi ve sonrasında ölçülmüştür. Dilatasyon işlemi her iki gruptaki tüm hastalarda tam başarı ile sonuçlandırılmıştır. Darlık oranı %73±10 (G1) ve %76±11 (G2)'den işlem sonrasında %17±8 ve %23±10'a düşürülmüş ve hastaların hiç birinde önemli bir komplikasyon gelişmemiştir. Yalnızca G1'de 2 hastada G2'de ise 1 hastada akımı bozmayan disseksiyon gelişti. Kantitatif ölçüm değerleri açısından da gruplar arasında gerek işlem öncesinde ve gerekse sonrasında istatistiksel anlamlılık taşıyan farklılık bulunmamıştır. Sonuç olarak; a) uzun balonların özellikle uzun lezyonlarda etkili ve güvenilir olduğu, b) komşu normal damar segmentlerinde akut bir değişiklik yaratmadıkları, c) restenoz oranının uzun dönemde araştırılması gerektiği kanısına varılmıştır.
Utilisation of long balloons during PTCA especially for long, diffuse lesions appears to be a promising new method in the treatment of coronary artery discase. In this study, two groups of patients with clinically similar characteristics were treated either with long balloons or conventional short balloons in order to evaluate a) the efficacy and safety of long balloons, b) the acute effects of long balloons in the normal vessel segment adjacent to the lesions. The first group (G1) consisted of 17 patients with long lesions, and long balloons were used. The second group (G2) consisted of 20 patients with short lesions, and short balloons were used. Lesion diameter, lesion length, luminal narrowing, proximal and distal normal vessel diameters were measured quantitatively before and after PTCA, and the results were evaluated statistically. Procedural success was complete in all patients in both groups. Mean luminal narrowing was 73±10% and 76±11% before dilatation and 17±8% and 23±10% after dilatation in G1 and G2, respectively. There was no significant complicant complication in any of the patients following dilatation. In 2 patients from G1 and in 1 patient from G2 intimal dissection occurred without compromising distal flow. Quantitative measurement of results were also not different between the two groups as well as in the same group before and after dilatation. In conclusion; a) long balloons are effective and safe especially in long lesions, b) no acute changes were observed immediately after PTCA in normal proximal distal vessel segments, c) restenosis rate after long balloon utilisation needs to be studied in a longer follow-up period.

4.
Atriyum Fibrilasyonunda Sirkadiyen Ritm
Circadian Rhythm of Atrial Fibrillation
Y. Ahmet ÜNALIR, Y.Necmi ATA, Bülent GÖRENEK, Sevda KESMEN, Bilgin TİMURALP
Sayfalar 82 - 85
Bu çalışmada sinüs ritminde olduğu gibi atriyum fibrilasyonunda da gün içi kalp hızı değişimlerinin sirkadiyen bir özellik gösterip göstermediğini araştırdık. Bu amaçla, 24'ü kadın, 34 atriyum fibrilasyonlu olgu (ort. yaş 59±19) ve 4'ü kadın 10 sinüs ritminde kontrol grubu (ort. yaş 49±3) alındı. Hastaların büyük çoğunluğunda etyolojik neden belirlendi (kapak hastalığı, koroner arter hastalığı, kardiyomyopati, hipertiroidi). Çalışma öncesi dijital dışında tüm antiaritmik ilaçlar en az bir hafta önceden kesildi. Olgulara 24 saat süre ile ambulatuar elektrokardiyogram izlemi yapıldı. Ortalama kalp hızları üçer saatlik periyodlar halinde değerlendirildi. Hasta ve kontrol gruplarının ortalama kalp hızları birbirleriyle karşılaştırıldı. 3.00-5.00 satleri dışında iki gruba ait ortalama kalp hızlarının birbirlerine benzer olduğu görüldü. 3.00-6.00 saatleri arasında ise atriyum fibrilasyonlu olguların ortalama kalp hızlarının kontrol grubuna göre bir miktar artmış olduğu izlendi. Ayrıca ortalama kalp hızlarının her iki grupta 6.00-9.00 saatleri arasında en yüksek olduğu dikkat çekti. Bu yükseklik 9.00-12.00 satleri hariç diğer tüm zaman dilimlerinden anlamlı derecede farklı idi. Sonuç olarak çalışmamızda atriyum fibrilasyonunda sinüs ritmindekine benzer sirkadiyen kalp hızı değişimlerinin olduğu ve ortalama kalp hızlarının literatür ile bir miktar farklılık göstererek sabah saatlerinde (6.00-9.00) en fazla olduğu gösterildi.
We studied if there is a circadian heart rate variability in patients with atrial fibrillation as exists in patients with normal sinus rhythm. 34 patients with atrial fibrillation (24 female, average age 59±19) and, as a control group, 10 patients with sinus rhythm were included. In most patients with atrial fibrillation the underlying etiology was determined (valvular heart disease, coronary heart disease, cardiomyopathies, hyperthyroidism). Antiarrhythmic agents, except digoxin, were stopped at least one week before the study. Ambulatory electrocardiographic monitoring was performed in all patients for 24 hours. Except for the 3.00-6.00 a.m. period. mean heart rates of patients with atrial fibrillation and of those with sinus rhythm were similar. Mean heart rates measured in the 6.00-9.00 a.m. period were significantly higher than during other hours (except 9.00-12.00 a.m. period). We found this peak to differ from previous studies. We concluded that similar heart rate variabilities occur in patients with atrial fibrillation and those with normal sinus rhythm.

5.
Akut Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Geç Trombolitik Tedavi Uygulaması
Late Thrombolytic Therapy in Acute Myocardial Infarction
Atiye ÇENGEL, Timur TİMURKAYNAK, Y.Mehmet ALKAN, Rıdvan YALÇIN, Oğuz CAYMAZ, Önsev DÖRTLEMEZ, Halis DÖRTLEMEZ
Sayfalar 86 - 90
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı'na Ocak 1994 ve Ağustos 1994 tarihleri arasında kanıtlanmış akut miyokard infarktüsü tanısı ile ağrının başlangıcından itibaren ilk 24 saat içinde başvuran toplam 60 hasta araştırmaya dahil edildi. Bunlardan 26'sı, ilk 6 saat içinde trombolitik tedavi uygulandığı için erken streptokinaz (SK) grubunu oluşturdu. 6-24 saatler arasında başvuran 16 hastaya da (12 tanesi 6-12 saat, 4 tanesi 12-24 saat) İV SK uygulanarak geç SK grubu oluşturuldu. 6-24 saatler arasında başvuran 18 hastaya ise trombolitik tedavi verilmedi ve bunlar da kontrol grubunu oluşturdular. Bütün hastalar 500 mg aspirin ve en az 24 saat süre ile 1000 Ü/saat heparin İV tedavisi aldılar. Bütün hastalara hastaneye yatışlarının ilk haftası içinde koroner anjiyografi yapılarak infarktüsle ilgili arterin TIMI derecelendirilmesine göre açıklığı değerlendirildi. Erken SK (ESK) grubunda 21 hastada (%80.8), geç SK (GSK) grubunda ise 10 hastada (%62.5) TIMI 3 açıklık görüldü. Aradaki fark istatistiki olarak anlamsız bulundu (p>0.5). Kontrol grubunda ise sadece 3 hastada TIMI 3 açıklık görüldü (% 16.7). Kontrol grubu ile hem erken hem de geç SK grubu arasındaki fark istatistiki olarak anlamlıydı (p<0.001), p<0.01). Hastalarımızın çoğunluğunu 6-12 saat arasında başvuranlar oluşturduğu için sonuçlarımız özellikle bu saatler için vurgulayıcı bulundu. Erken trombolitik tedavi grubunda %75 oranında, kontrol grubunda ise %83.3 oranında infarktüsle uyumlu sol ventrikül duvarlarında hareket bozukluğu görüldü. Gruplar arasındaki fark anlamlı değildi (p>0.05).
60 patients admitted to Gazi University Faculty of Medicine with the diagnosis of acute myocardial infarction in the first 24 hours following the onset of symptoms have been evaluated. 26 of these patients who were admitted within 6 hours of pain and were treated with intravenous streptokinase were called the early treatment group. 16 patients admitted within 6-24 hours after pain were also treated with intravenous streptokinase and they made up the late treatment group. The control group consisted of 18 patients who were admitted within 6-24 hours after the beginning of pain and were not treated with thrombolytic agents. All patients received 500 mg aspirin and 1000 U/hour heparin within the first 24 hours. Coronary angiograms of all patients were performed in the first week of admission and were evaluated by a single cardiologist in a blind manner-according to TIMI classification of flow in the infarct-related artery (IRA). 21 of the 26 patients in the early treatment group (80.8%) and 10 of the 16 patients in the late treatment group (62.5%) had a TIMI 3 flow in their IRA. The difference between the two groups was statistically not significant (p>0.05). Only 3 of the 18 patients in the control group had a TIMI 3 flow in their IRA (16.7%). The difference between the control group and either treatment group was statistically significant (p<0.001, p<0.01). Infarct related wall motion abnormality of left ventricle was observed in 92% of the early treatment group, 75% of the late treatment group and 83% of the control group, the difference between groups being not significant (p>0.05).

6.
Kronik Karaciğer Hastalarında Kontrast Ekokardiyografi İle Sağ-Sol İntrapulmoner Şantların Gösterilmesi
Demonstration of Right-to-Left Intrapulmonary Shunts in Chronic Liver Patients by Contrast Echocardiography
Y. Ahmet ÜNALIR, Y.Tülay SARIÇAM, Y.Necmi ATA, Celal KIRDAR, Bilgin TİMURALP
Sayfalar 91 - 94
Kronik karaciğer hastalığında tanımlanan intrapulmoner sağ-sol şantların gösterilmesinde kontrast ekokardiyografi en faydalı yöntemlerden biridir. Çalışmamızda kontrast ekokardiyografi ile kronik karaciğer hastalığındaki intrapulmoner şant prevalansı araştırıldı. Çalışmaya yaşları 19 ile 67 arasında değişen toplam 45 hasta (31 erkek, 14 kadın) alındı. Yeterli ekokardiyografik görüntü sağlanan olgulara periferik venden toplam 4 kez 10 cc serum fizyolojik ve 1 ampul furosemide IV bolus tarzında enjekte edildi. Bu işlemler sırasında hastaların intraabdominal basıncını arttırmak için Valsalva manevrası yaptırıldı. Apikal dört boşluk yaklaşımda kontrast maddenin sağ kalp boşluklarında görülmesinden 3-6 atım sonra "microbuble"ların sol kalp boşluklarına geçmesi durumunda kontrast ekokardiyografi (+) kabul edilip, derecelendirildi. Kırkbeş olgunun 7 tanesinde (%15.5) kontrast ekokardiyografi değişik derecelerde (+) olarak saptandı. Kontrast ekokardiyografi varlığı ile yaş, cins, PaO2, hastalık nedeni, hastalık süresi, portal ven genişliği ve özofagus varisi arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı. Bununla birlikte bu çalışmada, kronik karaciğer hastalarında, pozitif kontrast ekokardiyografinin intrapulmoner şantların bir indirekt göstergesi olduğu kanısına varıldı.
Contrast echocardiography is a useful method to show right-to-left intrapulmonary shunts in chronic hepatic diseases. This study sought the incidence of intrapulmonary shunts in patients with chronic liver disease. The study group consisted of 45 subjects (31 male and 14 female) with ages between 19 and 67. A total of 4 times 10 cc of physiologic saline solution and 40 mg furosemide bolus were injected through a peripheral vein to patients having sufficient echocardiographic view. To increase the intraabdominal pressure. Valsalva maneuver was performed. In apical four-chamber view, 4-6 beats following the presence of contrast material in the right heart, if passage of microbubles to the left was observed, contrast echocardiography was regarded as positive. In 7 of the 45 subjects (16%) contrast echoardiography was positive in varying degrees. No significant relation existed between the presence of contrast echocardiography and the age, sex, PaO2, etiology and duration of the disease, width of the portal vein and presence of esophageal varices. We concluded that positive contrast echocardiography in chronic liver disease is an indirect indicator of intrapulmonary shunts.

7.
Zihinsel Stres ve Miyokard İskemisi
Mental Stress and Myocardial Ischemia
Seyfi USLUBAŞ, Kemal YEŞİLÇİMEN, Metin GÜRSÜRER, İzzet ERDİNLER, Recep ÖZTÜRK, Ayşe EMRE, Birsen ERSEK, Tezer ULUSOY
Sayfalar 95 - 99
Zihinsel stresin, miyokard iskemisi oluşturma ihtimali 45 kişilik bir hasta grubu üzerinde incelendi. Tüm hastalara aritmetik zihni stres testi (ZST), treadmil egzersiz testi (ET) ve koroner anjiyografi uygulandı. Olgular anjiyografik olarak anlamlı koroner arter lezyonu tesbit edilenler (grup I, n=34) ve edilmeyenler (grup II, n=11) olarak iki gruba ayrıldı. ZST ile I. grupta 6 olguda geçici iskemik EKG değişiklikleri meydana geldi. Buna karşın, koroner anjiyografi normal olan II.grupta hiçbir anlamlı EKG değişikliği görülmedi. ZST'nin duyarlılığı % 17.6, özgüllüğü % 100, ET'nin duyarlılığı %73.5, özgüllüğü %90.9 bulundu. ZST, her iki gruptaki hastalarda nabız dakika sayısını (NDS), sistolik kan basıncını (SKB) ve hız-basınç çarpımını (çift-çarpım=ÇÇ) anlamlı derecede arttırdı. ZST sonucu NDS I. grupta 81.29±13.68'den 99.59±15.82'ye (p<0.01). II. grupta 84±14.13'den 101.09±20.2'ye (p<0.01). SKB I. grupta 137.47±20.45 mmHg'den, 161.85±24.92'ye (p<0.01), II. grupta 140.09±14.56'dan 168.73±22.64'e (p<0.01), ÇÇ değeri I. grupta 11.063±4.921 mmHgxhız/dk'dan 15.563±14.184'e (p<0.01), II. grupta 10.954±4.872'den, 16.091±4.685'e (p<0.01) yükseldi. ET sonucu I. ve II grupta bulunan hastaların NDS, SKB ve ÇÇ değerlerinde daha anlamlı artışlar görüldü. Hastaların tümü ele alındığında ET ile elde edilen ÇÇ değeri (28.247±5.583 mmHgxhız/dk), ZST'ne (15.692±5.341) nazaran daha yüksek bulundu (p<0.005). Çalışmamızda zihinsel stresin nabız hızını ve arteryal kan basıncını arttırarak miyokard iskemisine neden olabileceği sonucuna varılmıştır. Fakat ZST, iskeminin araştırılması amacıyla fiziksel ET gibi pratik birtarama testi olarak önerilmemiştir.
The purpose of this study was to determine whether mental stress played a significant role in myocardial ischemia. 45 patients were taken for mathematical mental stress testing (MST), exercise treadmill testing (ET) and coronary angiography. Subsequently, we identifed 34 patients with a critical coronary lesion angiography (group I) and compared them with 11 patients with normal coronary angiograms (group II). Six patients in group I had transient ischemic changes on ECG on MST. In contrast, no ECG changes were observed in group II. While the sensitivity and specificity of MST were 17.6 % and 100%, respectively, the sensitivity and specificity of ET were 73.5 % and 90.9, respectively. It was observed that MST increased the heart rate (HR), systolic blood pressure (SBP) and the rate-pressure product (DP) in a significant manner. With MST, the HR increased from 81.3±13.7 beats per minute (bpm) to 99.6±15.8 in group 1 (p<0.01) and from 84±14.1 to 101.1±20.2 (p<0.01) in group II, while SBP increased from 137.5±20.4 mmHg to 161.8±24.9 in group I 5p<0.01) and from 140.1±14.6 to 168.7±22.6 in group II (p<0.01). Furthermore, the DP increased from 11.063±4.921 mmHgxbpm to 15.563±4.184 in group I (p<0.01) and from 10.954±4.872 to 16.09±4.685 in group II (p<0.01). The increases in HR, SBP, and DP were more marked with ET in both groups. Finally, the value for the DP obtained from ET (28.244±5.583 mmHgxbpm) was found to be higher than that of MST (15.692±5.341) (p<0.005). Our data confirmed that mental stress causes myocardial ischemia by increasing the HR and SBP. However, unlike ET, MST has not been recommended as a screening test in establishing the diagnosis of myocardial ischemia.

8.
Acrivastin ve Cetirizin'in Kardiyotoksik ve Hepatotoksik Etkileri
Cardiotoxic and Hepatotoxic Effects of Acrivastin and Cetirizin
İpek TÜRKTAŞ, Deniz OĞUZ, Rana OLGUNTÜRK, Sadık DEMİRSOY, Sedef TUNAOĞLU
Sayfalar 100 - 103
Otuz allerjik rinokonjonktivitli hastada acrivastin ve cetirizinin hepatotoksik ve kardiyotoksik etkilerini araştırdık. Onbeş hastaya (11 kadın, 4 erkek; ort. yaş 28.6 yıl) plasebo ya da acrivastin (32 mg6gün, iki dozda), ikinci gruptaki 15 hastaya da (9 kadın, 6 erkek; ort. yaş 30.2 yıl) plasebo ya da cetirizin (20 mg/gün, iki dozda) 4 hafta süreyle hastalar rastgele seçilerek, kros-over, tek-kör yöntemle verilmiştir. Tedavi öncesinde, aktif ilaç ve plasebo başlandıktan 3 ve 30 gün sonra tüm hastalara Holter monitorizasyonu uygulanmıştır. Karaciğer enzimleri tedavi öncesi ve sonrası alınmıştır. Plasebo ile karşılaştırıldığında, her iki ilaçla da istenmeyen kardiyotoksik etkiler gözlenmemiştir. Karaciğer enzimlerinde tedaviden sonra değişme olmamıştır. Buna rağmen kısa süreli çalışmamızdan aldığımız bu sonuçlar, acrivastin ve cetirizin'in hiçbir zaman kardiyotoksik etki yapmayacağı anlamını taşımamaktadır. Çalışma grubumuzdaki hasta sayısının az olmasından başka, 2 kere uygulanan Holter monitorizasyonu önemli değişiklikler saptamak için yeterli olmayabilir. Sonuç olarak hekimlerin tüm ikinci jenerasyon antihistaminiklerin muhtemel yan etkileri konusunda dikkatli olmaları gereklidir.
We studied the cardioxic and hepatotoxic effects of acrivastin and cetirizin in 30 patients with allergic rhinoconjunctivitis. Fifteen patients (11 female, 4 male; mean age 28.6 year) were randomly allocated to treatment with either placebo or acrivastin 32 mg twice daily. The 15 patients (9 female, 6 male; mean age 30.2 year) of the second group were randomly assigned to receive either placebo or cetirizin 20 mg twice daily for 4 weeks on a cross-over, single-blind basis. Holter monitoring was performed at baseline, after 3 and 30 days of administering active-drug and placebo alone. Liver enzymes were obstained before and after either therapy. Compared to placebo, we did not observe adverse cardiotoxic effects with either of the drugs. Also no changes were observed in liver enzyms after the treatment period. However, our short study period data do not exclude the possibility that acrivastin and cetirizin might still rarely be associated with cardiotoxic effects. Apart from the smallness of or study population, it is possible that 2 Holter recordings might not be sufficient to diagnose transient changes. We conclude that physicians should be alert about potential side effects of all second-generation antihistaminics.

9.
EKHARF Çalışması Kohortu Koroner Hastalarının 4 Yıllık Takip Sonuçları
4-Year Follow-up of a Turkish Cohort of Coronary Heart Disease Patients
Altan ONAT ve
Sayfalar 104 - 108
1990 yılı yazında Türkiye çapında rastgele yöntemle, 3689 erişkinden oluşan bir örneklem üzerinde düzenlenen TEKHARF taramasında belirli kriterlerle koroner kalp hastalığı (KKH) ve KKH şüphesi saptanan (83'ü kadın) toplam 173 kişilik kohort, ölüm ve yeni koroner olaylar gelişmesi açısından 1993-94 yıllarında izlemeye alındı. Kohortu oluşturan hastaların 43'ünden muayene ile, 81'inden mektup yanıtından bilgi edinildi. Toplamın %28'inden bilgi alınamadı. İzlenmemiş hastaların, ölüm ve yeni koroner olaylara daha yüksek risk gösteren bir grubu temsil etmediği, demografik, klinik ve risk etmenlerinin kıyaslanmasından anlaşıldı. Hastlar ortalama 39.7±5.2 ay süresince izlendi. Bu dönemde toplam 11 kişinin (%8.9) hayatını kaybettiği, iki hastada nonfatal miyokard infarktüsü, birer hastada unstable angina ve yine miyokard iskemisi geliştiği, beşinin (%4) koroner bypass ameliyatına tabi tutulduğu kaydedildi. Yüz hasta başına yılda 1.2 fatal olmayan yeni koroner olay, 2.0 yeni kardiyovasküler olay ve 2.7 ölüm (1.5 koroner kökenli ölüm) meydana geldiği hesaplandı. Ölüm ve tüm yeni koroner olay insidansının geniş tarama takip verileri ile uyum sağladığı görüldü.
A cohort of 173 subjects (comparising 83 women), detected to have definite or suspect coronary heart disease during a nationwide survey conducted in 1990 in a random sample of 3689 Turkish adults, was prospectively followed up with respect to mortality and development of new coronary events in the years 1993 and 1994. Information was obtained by physical examination from 43 patients in the cohort and by questionnaire from 81 patients, while 28% of patients were lost to follow-up. Nonetheless a comparison of demographic, clinical and inherent risk factors suggested that those not followed up did not represent a group with a higher risk to death or new coronary events. Patients were followed up for a mean of 39.7±5.2 months. In this period, 11 patients (8.9%) died six of whom from CHD (4.8%); two patients sustained a nonfatal myocardial infarction, two patients each of which developed unstable angina or electrocardiographic evidence of new myocardial ischemia, whereas 5 subjects (4%) underwent coronary artery bypass surgery. Annual indences per 100 patients were 1.2 new nonfatal coronary event, 2.0 new cardiovascular events, and 2.7 deaths (of which 1.5 coronary deaths). The coronary and total mortality rates as well as the overall new coronary event rate were consistent with those of larger studies.

10.
Dilate Kardiyomiyopatili ve Normal Çocuklarda Sistolik Ventrikül Fonksiyonunu Ekokardiyografi ile Değerlendirmede Aort Kökü Hareketinin Önemi
Significance of Aortic Root Motion in Echocardiographic Evaluation of Left Ventricular Function in Children with Dilated Cardiomyopathy
Ümit Bilge SAMANLI, Ayşe SARIOĞLU, Ali ERTUĞRUL
Sayfalar 109 - 115
Ekokardiografi ile değerlendirilen aort kökü hareketinin, sistolik ventrikül fonksiyonu yönünden çocuklardaki anlamını araştırmak üzere, 31 dilate kardiyomiyopatili çocuk hasta iki alt grup halinde ele alındı: grup I'de yaş ortalaması 6.5±3.2 yıl olan 20 hasta, grup II'de ise yine aynı yaş grubunda olan, fakat uzun süreli takip ve tedavi sonrasında dilate kardiyomiyopati bulgularının tamamen normale dönmüş olduğu 11 hasta incelendi. Bulgular, sağlıklı 24 çocuğunkiler ile karşılaştırıldı. "Aort kökü hareketi", M-mode ekokardiyografi ile ve standardizasyona dikkat edilerek ölçüldü ve ortalama duvar hareketinin aort çapına orantısı olarak değerlendirildi. Ayrıca her sistolde aort kökünün "genişleme oranı" hesaplandı. "Aort kökü hareketi", grup 1 hastalarını sağlıklı çocuklardan ayırabildiği gibi, iyileştiği düşünülen grup II hastalarında da diğer iki gruptan anlamlı olarak farklıydı (p<0.001). Aort kökü hareketi ile kısalma fraksiyonu arasında anlamlı bir korelasyon (r=0.69, p<0.001, N=55) görülmekle beraber her bir grup içinde anlamlı bir bağıntı yoktur. "Aort kökünün genişleme oranı" ise sadece hastalar ile sağlam çocukları birbirinden ayırabildi (p<0.01).
Thirty-one children with dilated cardiomyopathy (DCM), subdivided into two groups, were evaluated by 2-D and M-mode echocardiogrphy. Group I consisted of 20 patients with ongoing signs and symptoms and echographic evidence of DCM, whereas Group II consisted of 11 DCM patients who were "normalised" during the course of follow-up and treatment. Careful mearusements of the aortic root dimension and aortic wall motion were carried out. The "aortic root motion", the ratio of average aortic wall motion to aortic dimension at enddiastole, was introduced as a new parameter. Also, the "aortic root expansion ratio", was calculated as the ratio of cyclic difference of aortic dimension to the aortic dimension at end-diastole. Results were compared with those from twenty-four healthy children. The "aortic root motion" was found to be 56.2±7.13 % in healthy children. Group I had much depressed values (39.9±11.0 %). The "normalized patients" of Group II had values (44.6±7.17 %) that, although significantly higher than in the former group, were still significantly below those from normal children. This new prameter differentiated all three groups from one another (p<0.01 for all groups). The "aortic root expansion ratio" differentiated only Group I from the two other groups. The "aortic root motion" correlated well with left ventricular shortening fraction (r=0.69, p<0.001) when all the children were evaluated together in a large group (n=55), but showed no significant correlation within each group. We concluded that this new parameter of ventricular systolic function can be useful in the long-term serial follow-up of patients with dilated cardiomyopathy.

11.
Dilate Kardiyomiyopatili ve Normal Çocuklarda Sol Ventrikülün Sistolik Fonksiyonunun Pulsed Doppler Ekokardiyografi ile Değerlendirilmesi
Doppler Echocardiographic Evaluation of Left Ventricular Function in Children with Dilated Cardiomyopathy
Ümit Bilge SAMANLI, Ayşe SARIOĞLU, Ali ERTUĞRUL
Sayfalar 116 - 122
Asandan aort akımını, sağlıklı çocuklarda ve sistolik ventrikül fonksiyonu bozuk olan hastalarda Doppler ekokardiyografi ile değerlendirmek üzere planlanan bu araştırmada 31 dilate kardiyomiyopatili çocuk iki alt grup halinde ele alındı: Grup I'de yaş ortalaması 6.5±3.20 yıl olan, klinik, radyolojik ve ekokardiografik (sol ventrikül genişliği, kısalma fraksiyonu ve mitral-septal separasyon) tipik bulgular gösteren 20 dilate kardiyomiyopatili hasta incelendi. Grup II'de ise yine aynı yaş grubunda olan, fakat uzun süreli takip ve tedavi sonrasında, yukarda bahsedilen kriterler tamamen normale dönmüş olduğu için "iyileşmiş" olarak kabul edilen 11 hasta araştırıldı. bulgular, 24 sağlıklı çocuktakiler ile karşılaştırıldı. Asandan aort akımının PW Doppler trasesinden maksimal hız (Vmax), hız-zaman integrali (VTI), akselerasyon, akselerasyon zamanı (AT) ve LV ejeksiyon zamanı (LVET) ölçüldü, akselerasyon zamanının LV ejeksiyon süresine oranı (AT/LVET) hesaplandı. Sağlıklı çocuklarda Vmax 1.30±0.21 m/s, VTI 22.9±4.26 cm, akselerasyon 22.0±5.14 m/s/s, ve AT/LVET 0.23±0.05 bulundu. Grup I'deki hastalarda Vmax (1.09±0.21 m/s), VTI (14.79±4.69 cm) ve akselerasyon (13.37±4.56 m/s/s) anlamlı olarak düşük (p<0.001), AT/LVET (0.41±0.09) ise çok anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.0001). Bu kriterlerden VTI, akselerasyon ve AT/LVET ayrıca, standard M-mod kriterlere göre "iyileşmiş" olan Grup II hastalarını da diğer iki gruptan ayırabildi (sırasıyla, 19.07±3.62 cm, 17.67±3.34 m/s/s ve 0.30±0.04, p<0.01), yani hala altta yatan bir fonksiyon bozukluğunun bulunduğunu gösterdi. Sonuçlarımız, dilate kardiyomiyopatili çocukların, ventrikülün sistolik fonksiyonu yönünden uzun süreli takibinde asandan aort akamının, Doppler parametreleri (VTI, akselerasyon ve özellikle AT/LVET) ile de değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Thirty-one children with dilated cardiomyopathy (DCM), subdivided into two groups, were evaluated by 2-D, M-mode and pulsed wave Doppler echocardiography. Group I consisted of 20 patients (age 4.4±3.67 years) with ongoing symptoms, radiological findings and echographic evidence of DCM according to 2-dimensional (spherical shape) and standard M-mode criteria: left ventricular dimension (LVDd), shortening fraction (SF) and mitral-septal-separation (MSS). Group II consisted of 11 DCM patients (age 4.3±2.64 years) who initially met similar criteria as Group 1 patients. but, after a follow-up and treatment period of 1.5 to 3.5 years, the clinical, radiological and echocardiographic findings (left ventricular configuration, dimension, SF and MSS) of these eleven patients had retumed to normal at the time of this investigation. Careful measurements were taken from the flowvelocity curve of the ascending aorta: Maximal velocity (Vmax), velocity-time integral (VTI), accceleration, acceleration time (AT) and LV ejection time (LVET). The ratio of acceleration time to LV ejection time (AT/LVET) was calculated. The results were compared with those from 24 healthy children (age 6.5±3.2 years) The values of Vmax, VTI, acceleration and AT/LVET for healthy children were 1.30±0.21 m/s, 22.9±4.26 cm, 22.0±5.14 m/s/s and 0.23±0.05, respectively. Vmax, VTI and acceleration were significantly depressed and AT/LVET was increased in Group I patients (p<0.001). Furthermore, VTI, acceleration and especially AT/LVET could also differentiate the "normalised" patients of Group II from the two other groups, signifying the presence of some underlying defect in systolic function although standard M-mode criteria were found normal in these children. We concluded that these Doppler parameters of systolic ventricular function should be used during long-term follow-up of patients with dilated cardiomyopathy to decide whether or not systolic left ventricular function is completely normalised.

DERLEME
12.
Çocuklarda Restriktif Kardiyomiyopati: 12 Vakanın Klinikopatolojik İncelenmesi
Restrictive Cardiomyopathy in Children: A Clinicopathologic Study in 12 Cases
Y.Ergün ÇİL, Süheyla ÖZKUTLU, Muhsin SARAÇLAR, Gülsev KALE
Sayfalar 123 - 127
Son sekiz yıldır tanısı konan 12 restriktif kardiyomiyopatili vakanın, klinik ve laboratuar bulguları ile klinik seyir ve prognozunun incelenmesi amaçlandı. Hastaların ortalama yaşı 5.0 yıl idi. En sık görülen yakınmalar beşer vakada görülen çabuk yorulma, efor dispnesi ve karın şişliği iken, fizik muayenede hepatomegali (n=10) en sık görülen bulgu idi. Atriyal dilatasyon gösteren EKG ve kardiyomegali gösteren telekardiyografi ortak bulgulardandı. Ekokardiyografide sol veya her iki atriyumda belirgin dilatasyon mevcuttu. Sekiz vakada uygulanan kalp kateterizasyonunda atriyum ortalama basınçları ve ventrikül diyastol sonu basınçları normale göre artmıştı. Altı vakaya uygulanan endomiyokardiyal biyopside saptanan ortak bulgular ise endokardda kalınlaşma, miyokardiyal kas liflerinde hipertrofi ve interstisyel fibroz idi.
Clinical and laboratory findings were compared with the clinical course and prognosis in 12 children with restrictive cardiomyopathy. The mean age of the patients was 5.0 years. The most common symptoms and clinical findings were fatigue, abdominal distension, exertional dyspnea and hepatomegaly. ECG demonstrated evidence of atrial dilatation and telecardiogram showed cardiomegaly in all cases. Echocardiography revealed left or biatrial dilatation. In eight cases who underwent cardiac catheterization, atrial mean pressures and ventricular end-diastolic pressures were above normal. Endomyocardial biopsy in six cases showed thickening of the endocardium, hypertrophy in myocardial fibers and interstitial fibrosis.

13.
Duktus Arteriosus Açıklığı Transkateter Yolla Kapatılan Hastaların Renkli Doppler İzlem Sonuçları
Color Flow Doppler Follow-up After Transcatheter Occlusion of Ductus Arteriosus
İ.Levent SALTIK, Ayşe SARIOĞLU, Gülhis BATMAZ, Nuran YAZICIOĞLU
Sayfalar 128 - 131
Duktus arteriosus açıklığı Rashkind şemsiyesi kullanılarak transkateter yolla kapatılan hastalar rezidüel şant prevalansı ve seyrini belirlemek amacıyla Mayıs 1992 ile Temmuz 1994 tarihleri arasında renkli Doppler ekokardiyografi ile değerlendirildi. Yaşları 2 ile 10 yaş (ortalama 5.14±2.31) arasında değişen 8'i erkek, 10'u kız toplam 18 hastanın 10'unda 12 mm'lik, 8'inde 17 mm'lik şemsiye kullanıldı. Oklüzyon sonrası aortografide bol rezidüel şant gösteren 2 hasta dışındaki tüm hastalarda devamlı üfürüm kayboldu. Renkli Doppler ekokardiyografik inceleme oklüzyon sonrası 1. gün, 1. ay, 3. ay, 6 ay ve takip eden 6 aylık aralarla uygulandı. İzlem süresi 1 ay ile 24 ay (ortalama 9.9±7.9 ay) arasındaydı. Renkli Doppler incelemeyle rezidüel şant oranının I. günde %83.3 iken zaman içindeki spontan kapanma ile 3. ayda %55'e, 6. ayda %42.8'e, 2. yıl sonunda %36.7'ye düştüğü tesbit edildi. PDA'sı transkateter yolla kapatılan hastalarda hemodinamik oklüzyon sağlansa bile renkli Doppler ekokardiyografi ile saptanabilen küçük rezidüel şantların devam ettiği ve izlemde bir bölümünün kaybolduğu, bu hastaların renkli Doppler ekokardiyografi ile izlenmesi gerektiği sonucuna varıldı.
To evaluate the prevalence and natural history of residual shunting after ductal occlusion with Rashkind double disc umbrella, 18 patients were evaluated by color flow Doppler echoardiography between May 1992-July 1994. The patients age ranged from 2 to 10 years (average 5.14±2.31). 8 were male and 10 were female. Successful occluder device implantation was achieved (12 mm device was used in 10, 17 mm device was used in 8) in all patients without embolisation. Continuous murmur disappeared in 16 patients and continued in two patients with significant residual shunting on postocclusion aortography. All patients had serial color flow echocardiographic follow-up 1 day, 1 month, 3 months, 6 months following the procedure and with 6 month-intervals afterwards. Follow-up period ranged from 1 to 24 months (average 9.9±7.9 months). Residual ductal shunting was 83.3» on first day after occlusion and decreasing to 55% at 3 months, 42.8% at 6 months and 36.6% at the end of 2 years. Follow-up with color Doppler echocardiography is indicated in patients undergoing transcatheter PDA occlusion, since residual shunting may be detected by color Doppler echocardiography even after successful haemodynamic occlusion.

OLGU
14.
Olgu Bildirileri Transvenöz Defibrilatör Elektrot Sistemlerinin ve "Cardioverter-Defibrillator" ün Pektoral İmplantasyonu
Case Reports Pectoral Implantation of Transvenous Defibrillator Lead Systems and Implantable Cardioverter Defibrillator
Kamil ADALET, Fatih Ata GENÇ, Katz AMOS, Mehmet TUĞRUL, Fehmi MERCANOĞLU, Mehmet MERİÇ, Kemalettin BÜYÜKÖZTÜRK, Güngör ERTEM
Sayfalar 132 - 137
Yirmibir yaşındaki erkek hasta kalp durması nedeni ile kliniğimize kabul edildi. Ventriküler fibrilasyon saptandı ve başarı ile resüssite edilerek hayata döndürüldü. Klinik ve laboratuar incelemeler sonucunda aritmojenik sağ ventrikül displazisi tanısı konuldu. İki yıllık takip dönemi boyunca, kinidin veya amiodarone ve metoprolol ile medikal tedaviye rağmen süratli ventriküler taşikardi (VT) atakları devam etti. Elektrofizyolojik inceleme esnasında, klinik olarak oluşana benzer hızlı VT oluşturuldu, fakat VT ne programlı uyarılar, ne de antiaritmik ilaçlara cevap vermedi ve ventriküler flutter'a dönüştü. Kardiyoversiyonla sinus ritmine döndürüldü. Bu nedenle "cardioverter-defibrillator" (ICD) implantasyonuna karar verildi. Türkiye'de ilk kez transvenöz yolla ve jeneratör (Jewel PCD) pektoral adele altına yerleştirilerek ICD implantasyonu 8.7.1994'de gerçekleştirilmiş oldu. Bu vaka vesile ile de, ani ölüm sonrası yaşayan kişilerde ICD tedavisinin rolü ve ICD teknolojisindeki yeni gelişmeler gözden geçirildi.
A 21-year-old man was admitted to our clinic due to cardiac arrest. Ventricular fibrillation was detected and resuscitation was successful. Clinical and laboratory examinations revealed arrhythmogenic right ventriular dysplasia. During the 2 years of follow-up period, attacks of fast ventricular tachycardia (VT) developed in spite of medical therapy with quinidine or metoprolol and amiodarone. During electrophysiological study, the clinically encountered fast VT originating from the right ventricle was induced, which responded neither to programmed stimulation, nor to antiarrhythmic drugs and degenerated to ventricular flutter. It was converted to sinus rhythm by cardioversion. We decided to implant a cardioverter-defibrillator (ICD). This was the first implantation of transvenous-pectoral cardioverter-defibrillator (Jewel PCD) in Turkey at 8.7.1994. The role of ICD in the therapy of sudden death survivors and new improvements in ICD technology was reviewed.

DERLEME
15.
Sağ Koroner Arterden Pulmoner Artere Olan Fistülün Transkateter Yöntemle Kapatılması
Transcatheter Closure of Right Coronary Artery-Pulmonary Artery Fistula
Azem AKILLI, Mustafa AKIN, Hakan KÜLTÜRSAY, Serdar PAYZIN, Cüneyt TÜRKOĞLU
Sayfalar 138 - 140
Nadir koroner arter anomalilerinden olan koroner arter fistüllerinin cerrahi dışında transkateter yöntemle oklüzyonu son yıllarda olanaklı hale gelmiştir. Sağ koroner arterden pulmoner artere fistülü olan bir olguda transkateter oklüzyon yapılmıştır. Olgu 32 yaşında kadın olup 3-4 yıldır çabuk yorulma, çarpıntı ve göğüs ağrısı yakınması ile başvurdu. Diagnostik koroner anjiyogramında sağ koroner arter sinüs düğümü dalının pulmoner artere fistülize olduğu izlendi. Fistül çapı 1.3 mm, Qp/Qs 1.42 bulundu. 2x10 mm platinum mikrokoil kullanılarak fistül oklüze edildi. Kontrol anjiyogramında şantın tama yakın kaybolduğu izlendi. 1 ay kontrolünde olgunun yakınması yoktu ve fizik muayenesi normal idi. Koroner arter fistüllerinin koil kullanılarak transkateter oklüzyon yöntemi ile kapatılması daha az miyokard hasarına neden olması, düşük morbidite ile uygulanabilmesi, daha az hastanede kalma süresi gerektirmesi ve yüksek başarı oranı gibi avantajları nedeniyle cerrahi tedaviye iyi bir seçenek oluşturmaktadır.
A platinum-fibered microcoil was used to occlude a coronary artery to pulmonary artery fistula. The patient was a 32-year-old woman with chest pain, palpitation and shortness of breath for 4 years. Her ECG, exercise test and thallium scintigraphy were normal. In the right coronary injection, a fistula was demonstrated from the sinus node artery of the right coronary artery to pulmonary artery which was 1.3 mm in diameter. Qp/Qs was calculated 1.42 with the Fick method. A 2x10 mm fibered platinum microcoil was used for transcatheter occlusion. In the control coronary angiography there was virtually no shunt 15 min after the procedure. Transcatheter occlusion is an alternative treatment technique to surgery in the coronary artery fistulas. The use of this technique leads to a precise and effective occlusion of the fistula, resulting in less myocardial damage and reduces morbidity. Much shorter hospital stay is needed for this technique.

16.
Editöre Mektup
Letter to The Editor
Murat Soysal, Kaan Kulan
Sayfalar 141 - 142
Makale Özeti |Tam Metin PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Hızlı Arama



Copyright © 2024 Türk Kardiyoloji Derneği Arşivi