ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 49 (4)
Volume: 49  Issue: 4 - June 2021
EDITORIAL COMMENT
1.Distal transradial angiography
Mehmet Fatih Yılmaz, Can Yücel Karabay
PMID: 34106057  doi: 10.5543/tkda.2021.21114  Pages 251 - 253
Abstract |Full Text PDF

PERSPECTIVE
2.Time in therapeutic range among warfarin users in Turkey: Are there enough data to set definitive criteria for reimbursement?
Mehmet Akif Topcuoglu, Ethem Murat Arsava
doi: 10.5543/tkda.2021.94055  Pages 254 - 256
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL ARTICLE
3.Distal transradial versus conventional transradial access in acute coronary syndrome
Kenan Erdem, Ertuğrul Kurtoğlu, Mehmet Alparslan Küçük, Tevfik Fikret İlgenli, Muhammet Kızmaz
PMID: 34106059  doi: 10.5543/tkda.2021.64000  Pages 257 - 265
Amaç: Distal transradial erişim (TRE), son zamanlarda koroner anjiyografi (KAG) için alternatif bir erişim bölgesi olarak tanıtılmıştır. Distal TRE ve geleneksel TRE işlemlerinin her ikisi de girişimsel kardiyologlar tarafından uygulanabilmektedir. Distal TRE arter ponksiyonu ve giriş kısmen daha zordur ve ayrıca ek deneyim ve tecrübe istemekle birlikte radial arter oklüzyonunun daha az olması açısından avantajlı gibi görünmektedir. Bu çalışmanın amacı, distal TRE ve geleneksel TRE ile ilgili deneyimlerimizi paylaşmaktır.
Yöntemler: Distal TRE yöntemi ile yapılan ardışık 70 KAG hastası ile geleneksel TRE yöntemi ile yapılan 63 hasta retrospektif olarak incelendi ve işlemsel özellikler ve komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Başarı oranı açısından distal TRE grubu ile (94.2%), geleneksel TRE grubu (98.4%) arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0.217). Toplam sheath yerleştirme süresi distal TRE grubunda daha uzun (p<0.001), hemostaz zamanı daha kısa (p<0.001) tespit edildi. Toplam işlem süresi ve hastanede yatış süresinde iki grup arasında fark yoktu (p>0.05). Distal TRE grubunda 3 hastada (4.2%) minör kanama olurken, geleneksel TRE grubunda kanama komplikasyonu olmadı. Radial spasm ve radial oklüzyon geleneksel TRE grubunda distal TRE grubuna göre daha fazla (7.9% ve 1.4%; 3.1% ve 1.4%, sırasıyla), hematom ise gruplar arasında istatistiksel olarak farklı değildi.
Sonuç: Distal TRE daha az hemostaz zamanı ve daha az vasküler komplikasyonlar konusunda daha fazla avantajlı gibi görünürken, sheath yerleştirme zamanı daha uzun ve daha ağrılı bir işlemdir. Bu durum klinik etkinliğini azaltabilir. Bu durumu netleştirecek daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: Distal transradial access (TRA) has been recently introduced as an alternative access site for coronary angiography (CAG). Both procedures can be performed in cardiology clinics by interventional cardiologists. Although distal TRA is considered to be more difficult as it requires artery puncture and experienced cardiologists, it seems to be more advantageous because of the limited risk of arterial occlusion. In this study, we share our experiences with distal TRA and conventional TRA.
Methods: Seventy patients undergoing CAG via distal TRA and 63 patients via conventional TRA were included in this study. The patients’ data were reviewed retrospectively and compared in terms of procedural characteristics and complications.
Results: There was no significant difference between the distal TRA group (94.2%) and the conventional TRA group (98.4%) in terms of success rate (p=0.217). In the distal TRA group, the total sheath emplacement time was longer (p<0.001), and hemostasis time was shorter (p<0.001) compared with conventional TRA. Total procedural time and hospitalization period were not statistically different between the groups (p>0.05). Radial spasm and radial occlusion were more common in the conventional TRA group than in the distal TRA group (7.9% vs 1.4% and 3.1% vs 1.4%, respectively), and hematomas were not statistically different between the groups.
Conclusion: Although distal TRA seems more advantageous in terms of less hemostasis time and less vascular complications, it takes a longer time for sheath insertion and may cause more pain, which may diminish its efficiency. Large-scale studies are needed to address this issue.

4.Plasma thiol and disulphide levels and their relationship with left ventricular systolic functions: A propensity score matching analysis
Mehmet Erdoğan, Selçuk Özturk, Abdullah Nabi Aslan, Hacı Ahmet Kasapkara, Burak Kardeşler, Serdal Baştuğ, Salim Neşelioğlu, Tahir Durmaz
doi: 10.5543/tkda.2021.04220  Pages 266 - 274
Amaç: Sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (SVEF) aracılığı ile ölçülen sol ventrikül sistolik fonksiyonunun hem kalp hem de kalp dışı problemleri olan hastalarda prognostik etkileri vardır. Tiyol ve disülfit seviyelerinin dengesi vücuttaki oksidatif durumu yansıtmaktadır. Bu çalışma transtorasik ekokardiyografi (TTE) ile ölçülen SVEF ile plazma tiyol ve disülfit düzeyleri arasındaki ilişkinin araştırılmasını amaçladı.
Yöntemler: Bu retrospektif çalışmaya TTE incelemesi ve plazma tiyol ve disülfit seviyeleri dahil biyokimyasal analizler için yönlendirilen 1048 hasta dahil edilmiştir. Dışlanma kriterleri uygulandıktan sonra, geriye kalan 611 hasta istatistiksel analize dahil edildi. Hastalar SVEF 50% kesme seviyesine göre normal SVEF (n-SVEF) (n=446) ve düşük SVEF (d-SVEF) (n=165) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Örneklerdeki seçim yanlılığını azaltmak, hastaların karakteristik özelliklerindeki farklılıkların SVEF ve oksidatif durum üzerindeki etkisini ayarlamak için 1: 1 eğilim skoru eşleştirme analizi uygulandı.
Bulgular: Eğilim skoru eşleştirme analizi sonrası her iki grupta demografik, ilaçlar ve kan parametreleri açısından benzer 125 hasta elde edildi. Nativ tiyol ve toplam tiyol düzeyleri d-SVEF hastalarında n-SVEF hastalarına göre daha düşük iken (her ikisi için p<0.001), disülfit seviyeleri ise d-SVEF grubunda daha yüksek bulundu. (p=0.008). Nativ tiyol (r=0.384, p<0.001), toplam tiyol (r=0.35, p<0.001) ve disülfit seviyeleri (r =-0.129, p=0.004) SVEF ile anlamlı bir korelasyon gösterdi.
Sonuç: d-SVEF hastalarında oksidatif stresin varlığını düşündüren plazma tiyol seviyelerinde azalma ve disülfit seviyelerinde artış olmaktadır. Oksidatif stres ve SVEF arasındaki bu anlamlı ilişki, kalp yetmezliğinde tiyol ve disülfitin olası patogenetik rolü hakkında ışık tutabilir.
Objective: Left ventricular (LV) systolic function measured through LV ejection fraction (LVEF) has prognostic implications in patients with cardiac and non-cardiac conditions. The balance of thiol and disulphide levels reflects oxidative status in the body. In this study, we aimed to investigate the relationship between plasma thiol and disulphide levels, and LVEF calculated by transthoracic echocardiography (TTE).
Methods: This retrospective study included 1,048 patients referred for TTE examination and biochemical analyses, including plasma thiol and disulphide levels. After the application of exclusion criteria, the remaining 611 patients were included in the statistical analysis. Patients were classified into two groups, namely normal LVEF (n-LVEF) (n=446) and low LVEF (l-LVEF) (n=165) according to a cut-off level of LVEF 50%. To reduce sample selection bias and adjust for the influence of differences in patient characteristics on LVEF and oxidative status, 1: 1 propensity score matching analysis was applied.
Results: Propensity score matching analysis yielded 125 patients in both groups with comparable demographics, medications, and blood parameters. Native thiol and total thiol levels were lower in l-LVEF patients than in n-LVEF patients (p<0.001 for both), whereas disulphide levels were higher in l-LVEF group (p=0.008). Native thiol (r=0.384, p<0.001), total thiol (r=0.35, p<0.001), and disulphide levels (r=-0.129, p=0.004) significantly correlated with LVEF.
Conclusion: Plasma thiol levels decrease and disulphide levels increase suggesting the presence of oxidative stress in patients with l-LVEF. Significant correlation between oxidative stress and LVEF sheds light about the possible pathogenetic role of thiol and disulphide in heart failure.

5.Cardiovascular disintegration: A conceptual, model-based approach to heart failure hemodynamics
Emre Aslanger, Özlem Yıldırımtürk, Ayça Türer Cabbar, Muzaffer Değertekin
doi: 10.5543/tkda.2021.69548  Pages 275 - 285
Amaç: Kalp yetersizliğine (KY) dair mevcut anlayış büyük ölçüde sol ventrikül (SV) işlevlerine odaklanmaktadır, ancak kalp-damar sisteminde ardışık tümleşmeye dair bozukluklar da sol taraflı KY’ye benzer bir tablo oluşturabilir. Bu nedenle sadece SV işlevlerine odaklanmak sınırlı ve yanıltıcı bir yaklaşım olabilir. Mevcut çalışmada kalp-damar sisteminde dört ana tümleşme noktası olduğunu ve bu noktalardaki ayrışmanın KY hemodinamik tablosunu oluşturabileceğini kurguladık.
Yöntemler: Her odacığın zamana bağlı elastans, damar yataklarının ardışık kapasitans ve dirençler şeklinde temsil edildiği bir bilgisayar modeli kullandık. Konjesyona yatkınlık için sıkıştırılmış hacimde (Vsıkıştırılmış) yüzdesel değişiklikleri hesapladık.
Bulgular: Ortalama sistemik basınç, pulmoner kapiller tıkalı basınç (PKTB) ile yakından ilişkili olduğundan arteriyovenöz ayrışma diyastolik fonksiyonlarda herhangi bir değişiklik olmadan da diyastolik disfonksiyon paterni oluşturabildi. Ventriküller arası ayrışmanın %10, %20, %30, %40 ve %50’lik değerleri için PKTB’ı 20 mmHg üzerine çıkaracak gerekli Vsıkıştırılmış sırasıyla %42.0, %31.2, %22.5, %15 ve %8.3 azaldı. Diyastol sonu ve sistolik basınç-hacim eğrilerindeki eş zamanlı değişiklikler ile temsil edilen sistolodiyastolik ayrışma ve ventriküloarteriyal ayrışma konjesyon oluşturmak için gerekli Vsıkıştırılmış mikarını belirgin derecede azalttı.
Sonuç: Dört tümleşme noktasındaki bozukluklar KY’nin hemodinamik tablosunu oluşturabilmektedir, bu da ilk bakışta hafif gibi gözüken anormallikler bütününün tek bir odacığın tek bir işlevindeki bozukluktan çok daha önemli olduğunu göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında “kalp yetersizliği” sendromunun “kardiyovasküler ayrışma” temelinde incelenmesi yeni bir perspektif sağlayabilir.
Objective: The current understanding of heart failure (HF) largely centers round left ventricular (LV) function; however, disorders in serial integration of cardiovascular system may cause a hemodynamic picture similar to left-sided HF. Therefore, focusing only on LV function may be a limited and misleading approach. We hypothesized that cardiovascular system has four major integration points, and disintegration in any of these points may produce the hemodynamic picture of HF.
Methods: We used a computational model in which mechanical properties of each chamber were characterized using time-varying elastance, and vascular beds were modeled by series of capacitances and resistances. The required percent changes in stressed volume (Vstressed) was presented as a measure of congestion susceptibility.
Results: As mean systemic pressure is closely correlated with pulmonary capillary wedge pressure (PCWP), arteriovenous disintegration can create a diastolic dysfunction pattern, even without any change in diastolic function. For 10%, 20%, 30%, 40%, and 50% interventricular disintegration, required Vstressed for reaching a PCWP over 20 mmHg was decreased by 42.0%, 31.2%, 22.5%, 15%, and 8.3%, respectively. Systolodiastolic disintegration, namely combined changes in the end-diastolic and systolic pressure-volume curves and ventriculoarterial disintegration significantly decreases the required percent change in Vstressed for generating congestion.
Conclusion: Four disintegration points can produce the hemodynamic picture of HF, which indicates that combination of even seemingly mild abnormalities is more important than an isolated abnormality in a single function of a single chamber. Our findings suggest that a “cardiovascular disintegration” perspective may provide a different approach for assessing the HF syndrome.

6.Comparison of hypertension prevalence and the use of renin-angiotensin-aldosterone system blockers in hospitalized patients with COVID-19 and non-COVID-19 viral pneumonia
Selçuk Görmez, Ceyda Erel Kırışoğlu, Mehmet Erkan Ekicibaşı, Aleks Değirmencioğlu, Ashok Paudel, Gökçe Akan, Fatmahan Atalar, Nevin Sarıgüzel, Burak Pamukçu
doi: 10.5543/tkda.2021.87750  Pages 286 - 292
Amaç: COVID-19 ve COVID-19 dışı viral pnömoni hastalarında hipertansiyon prevalansı ve önceden renin-anjiyotensin-aldosteron blokeri kullanımının karşılaştırılmasıdır.
Yöntemler: Gerçek-zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu (RT-PCR) ile doğrulanmış COVID-19 pnömoni hastaları ile COVID-19 dışı viral pnömoni hastaları retrospektif olarak incelendi. Gruplar arasında hipertansiyon ve koroner arter hastalığı (KAH) varlığı ile önceden anjiyotensin dönüştürücü enzim inhibitörü (ADEİ) ve anjiyotensin reseptör blokeri (ARB) kullanımları karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya hastanede yatarak tedavi gören 103 COVID-19 ve 91 COVID-19 dışı viral pnömoni hastası dahil edildi. Hipertansiyon ve KAH, COVID-19 dışı viral pnömoni hastalarında daha sıktı (%39.6’ya karşılık %22.3, sırasıyla, p=0.012 ve %24.2’ye karşılık %4.9, sırasıyla, p<0.001). COVID-19 hastalarının %2.9’u ADEİ ve %6.8’i ARB kullanmaktaydı. Buna karşılık COVID-19 dışı viral pnömoni hastalarının sırasıyla %13.2’si ve %19.8’i ADEİ ve ARB kullanmaktaydı (p=0.009 ve p=0.013). Nötrofil/lenfosit oranı (NLR) COVID-19 dışı viral pnömoni hastalarında belirgin olarak daha yüksekti (p<0.001).
Sonuç: Çalışmamız hipertansiyon ve KAH sıklığının COVID-19 dışı viral pnömonili hastalarında COVID-19 hastalarına kıyasla daha fazla olduğuna işaret etmektedir. COVID-19 hastalarında ADEİ ve ARB kullanım prevalansı COVID-19 dışı pnömonili hastalardan daha yüksek değildi. Çalışmamızın sonuçları ADEİ ve ARB kullanımının COVID-19 hastalarında özel bir rol oynamadığını desteklemektedir.
Objective: To compare the prevalence of hypertension and pre-existing use of renin-angiotensin-aldosterone system blockers in patients with coronavirus disease (COVID-19) and non-COVID-19 viral pneumonias.
Methods: Real-time polymerase chain reaction confirmed COVID-19 and non-COVID-19 pneumonia patients were retrospectively analyzed. The presence of hypertension, coronary artery disease (CAD), and pre-existing use of angiotensin-converting enzyme inhibitors (ACEIs) and angiotensin receptor blockers (ARBs) were compared between the groups.
Results: A total of 103 COVID-19 and 91 non-COVID-19 hospitalized viral pneumonia patients were enrolled. Hypertension and CAD were more common in patients with non-COVID-19 viral pneumonia than in patients with COVID-19 (39.6% vs 22.3%, respectively, p=0.012 and 24.2% vs 4.9%, respectively, p<0.001). In our study, 2.9% and 6.8% of patients with COVID-19 were on ACEIs and ARBs, respectively, whereas 13.2% and 19.8% of patients with non-COVID-19 viral pneumonia were on ACEIs and ARBs, respectively (p=0.009 and p=0.013). Neutrophil-to-lymphocyte ratio (p<0.001) was prominent in patients with non-COVID-19 viral pneumonia compared with patients with COVID-19.
Conclusion: Our study results indicate that hypertension and CAD are more common among patients with non-COVID-19 viral pneumonia than patients with COVID-19. The prevalence of ACEIs and ARBs use was not higher in patients with COVID-19. Our results support that the use of ACEIs and ARBs do not play a specific role in patients with COVID-19.

7.Clinical implications and indicators of mortality among patients hospitalized with concurrent COVID-19 and myocardial infarction
Hamed Tavolinejad, Kaveh Hosseini, Saeed Sadeghian, Hamidreza Pourhosseini, Masoumeh Lotfi- Tokaldany, Farzad Masoudkabir, Babak Sattartabar, Maryam Masoudi, Akbar Shafiee, Reza Mohseni Badalabadi, Mina Pashang, Afsaneh Aein, Masih Tajdini
doi: 10.5543/tkda.2021.14331  Pages 293 - 302
Amaç: Akut iskemik kardiyak olaylar 2019 koronavirüs hastalığını (COVID-19) komplike hale getirebilir. Bu çalışma, akut miyokart enfarktüsü ve beraberinde COVID-19 hastalığı olan hastaların hastane içi özelliklerini raporlamayı amaçlamıştır.
Yöntem: Bu çalışma, hastaneye yatmadan önce veya yatış sırasında akut miyokart enfarktüsü geçiren ve COVID-19 testi pozitif olarak hastaneye kabul edilen hastaların kayıt tabanlı retrospektif bir analizidir. Çalışma, 01 Mart-01 Nisan 2020 tarihleri arasında Tahran Kalp Merkezi’nde gerçekleştirilmiştir. Hastanede hayatını kaybeden veya taburcu olan hastaların klinik özelliklerini karşılaştırmak için keşifsel analiz yapılmıştır.
Bulgular: Mart 2020’de, akut miyokart enfarktüsü geçiren ve COVID-19 tanısı konan 57 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastanede kalış süresinde, ortalama 8.4 gün içerisinde toplam 13 hasta (%22.8) öldü. Ölen hastalar hayatta kalanlardan daha yaşlıydı. Mortalite ile cinsiyet veya hastanede kalış süresi arasında anlamlı bir ilişki gözlenmedi. Hipertansiyonu olan bireylerin ölüm oranı daha yüksekti. Daha önce
anjiyotensin dönüştürücü enzim inhibitörleri veya anjiyotensin II reseptör blokerleri alınması ile mortalite arasında bir ilişki görülmedi. Hastanede yatış sırasındaki laboratuvar verilerine bakıldığında, mortalite grubunda daha yüksek kardiyak troponin T, nötrofil sayısı, C-reaktif protein, üre ve kan üre nitrojen/kreatinin oranı gözlendi. Ölen hastalarda lenfosit sayısı, hayatta kalanlardan daha düşüktü.
Sonuç: Eş zamanlı gelişen akut miyokart enfarktüsü ve COVID-19’da mortalite böbrek işlevlerinin kötüleşmesi ve bağışıklık sistemi bozukluğuyla ilişkili görünmektedir. COVID-19’u komplike hale getiren akut koroner sendromun yönetiminin optimize edilmesi için mortalite oranına etkisi olan bu tür olası faktörleri göz önünde tutmak gerekmektedir.
Objective: Acute ischemic cardiac events can complicate coronavirus disease 2019 (COVID-19). We report the in-hospital characteristics of patients with acute myocardial infarction and concomitant COVID-19.
Methods: This was a registry-based retrospective analysis of patients admitted with positive COVID-19 tests who suffered acute myocardial infarction either before or during hospitalization; from 1 March 2020 to 1 April 2020 in a tertiary cardiovascular center—Tehran Heart Center. We performed an exploratory analysis to compare the clinical characteristics of patients who died during hospitalization or were discharged alive.
Results: In March 2020, 57 patients who had acute myocardial infarction and a confirmed diagnosis of COVID-19 were included in the study. During hospitalization, 13 patients (22.8%) died after a mean hospital stay of 8.4 days. The deceased were older than the survivors. No significant association between mortality and sex or length of hospital stay was observed. Hypertensive individuals were more likely to have a fatal outcome. Previously receiving angiotensin-converting enzyme inhibitors or angiotensin II receptor blockers did not show any association with mortality. Regarding the laboratory data during hospitalization, higher cardiac troponin T, neutrophil count, C-reactive protein, urea, and blood urea nitrogen/creatinine ratio were observed in the mortality group. The deceased had a lower lymphocyte count than the survivors.
Conclusions: Markers of worsening renal function and immune system disturbance seem to be associated with mortality in concurrent acute myocardial infarction and COVID-19. Optimizing the management of acute coronary syndrome complicating COVID-19 requires addressing such potential contributors to mortality.

8.Assessment of the relationship among breast milk intake, birth pattern, antibiotic use in infancy, and premature atherosclerosis
Özge Özcan Abacıoğlu, Mehmet Kaplan, Arafat Yıldırım, Mehmet Küçükosmanoğlu, Salih Kılıç
doi: 10.5543/tkda.2021.70659  Pages 303 - 311
Amaç: Önceki çalışmalarda sezaryen ve infantil dönemde antibiyotik kullanımının daha sonra kronik hastalıklara yol açabileceği gösterilmiştir. Ayrıca, bağışıklığın bazal sistemini oluşturan anne sütünün de yenidoğanlarda bir koruyucu olduğu bilinmektedir. Çalışmamızın amacı, anne sütü alımı ve süresi, doğum şekli, infantil dönemde antibiyotik kullanımı ile prematür ateroskleroz arasındaki ilişkiyi belirlemektir.
Yöntemler: Koroner anjiyografi yapılan ve en az bir epikardiyal damarda darlığı olan 100 hasta ve normal koroner saptanan 100 kontrol hastası çalışmaya dahil edildi. Geleneksel risk faktörlerine ek olarak her katılımcı için doğum şekli, anne sütü alımı ve süresi, antibiyotik kullanımı ve sıklığı değerlendirildi. 12 saat açlık sonrası alınan venöz kan örnekleri incelenerek hastaların kolesterol değerleri kaydedildi. Gensini skorunu hesaplamak için çalışma grubunun anjiyografik görüntüleri incelendi.
Bulgular: Sigara kullanımı, yüksek yoğunluklu lipoprotein kolesterol, düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol ve aile öyküsü açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulundu. Kontrol grubundakilerden üçü, ateroskleroz grubundakilerden 26’sı sezaryen ile doğmuştu (p<0.001). Anne sütü alımı ve süresi de kontrol grubunda anlamlı olarak yüksekti (p=0.018). Kontrol grubunda antibiyotik kullanımı daha azdı, ancak iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0.099). Çok değişkenli lojistik regresyon analizinde; diabetes mellitus, sigara ve sezaryen aterosklerozun belirleyicileri olarak bulundu (p=0.036, p=0.001 ve p=0.003, sırasıyla). ROC analizinde sezaryen prematür aterosklerozu öngörücü rolü diyabetten fazla sigara kullanımından azdı (eğri altındaki alan: 0.607, p=0.023).
Sonuç: Doğum şekli ve anne sütü alımı erken ateroskleroz risk faktörleri arasında değerlendirilmeli ve dikkate alınmalıdır.
Objective: Previous studies have shown cesarean section (C-section) and antibiotic use in the infantile period lead to chronic diseases in later life. It is also known that breastfeeding, which forms the basal system of immunity, is a protector in neonates. In this study, we aimed to investigate the association between breastfeeding, antibiotic use, C-section, and premature atherosclerosis.
Methods: A total of 100 patients who underwent coronary angiography and had stenosis in at least 1 epicardial vessel and 100 controls with normal coronaries were included in the study. In addition to traditional risk factors, type of delivery, breast milk intake and duration, and antibiotic use and frequency were evaluated for each participant. Lipid profile was added to the study procedure. Angiographic images of the study groups were examined to calculate the Gensini score.
Results: Smoking, high-density lipoprotein cholesterol, low-density lipoprotein cholesterol, and family history were different between the groups. In the control group, 3 were born via C-section, whereas 26 were born via C-section in the atherosclerosis group (p<0.001). Breast milk intake and duration was also significantly higher in the control group (p=0.018). Antibiotic use was less in the control group, but there was no statistically significant difference (p=0.099). In multivariate logistic regression analysis, diabetes mellitus, smoking, and C-section were predictors of atherosclerosis (p=0.036, p=0.001, and p=0.003, respectively). In receiver operating characteristics curve analysis, the ability of C-section to predict premature atherosclerosis was superior to diabetes but not to smoking (area under curve, 0.607; p=0.023).
Conclusion: Mode of delivery and breast milk intake should be evaluated and considered among the risk factors of premature atherosclerosis.

9.Early adulthood obesity is associated with impaired left ventricular and right ventricular functions evaluated by speckle tracking and 3D echocardiography
Serkan Ünlü, Gülten Taçoy
doi: 10.5543/tkda.2021.57336  Pages 312 - 320
Amaç: Obezite prevalansı tüm dünyada artmaktadır. Obezitenin olumsuz kardiyak sonuçlarla ilişkili olduğu gösterilmiştir. Genç yetişkin popülasyon için obezitenin neden olduğu kardiyak fonksiyon bozukluğuna ilişkin mevcut bilgiler sınırlıdır. Bu nedenle sağlıklı obez bireylerde erken erişkinlik döneminde obezitenin kardiyak deformasyon parametreleri üzerine etkisini 2B deformasyon görüntüleme ve 3B ekokardiyografi ile değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntemler: Vücut kitle indeksi (VKİ) 25 kg/m2’nin üzerinde ve 18 ile 30 yaşları arasında olan 77 gönüllü çalışmaya alındı. Kontrol grubu olarak 40 kişi dahil edildi. Organik kalp hastalığı öyküsü, kötü görüntü kalitesi veya mevcut hamileliği olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Katılımcılar hafif kilolu (VKİ 25-29.9 kg/m2) veya obez (VKİ >30 kg/m2) olarak sınıflandırıldı. 2B ve 3B uygun transtorasik ekokardiyografik görüntüler kaydedildi ve sol (SoV) ve sağ ventrikülün (SaV) global uzunlamasına straini (GUS) elde etmek için uygun yazılımla analiz edildi.
Bulgular: Toplamda metabolik sendromu olmayan 117 gönüllü alındı. Geleneksel boyutsal ve fonksiyonel parametreler ve 3B hacimsel ölçümler gruplar arasında önemli bir farklılık göstermedi. Epikardiyal yağ dokusu varlığı obez grupta daha fazlaydı (p<0.05). Hem 2B benek takibi ile elde edilen, hem de 3B SoV GUS, SaV GUS, RV serbest duvar US (ANOVA, p<0.05) yönünden, obez grup için daha düşük deformasyon bulunarak anlamlı farklılık saptandı. SoV torsiyonu obezite grubunda anlamlı olarak yüksek bulundu (ANOVA, p<0.05).
Sonuç: Obezite,sağlıklı deneklerde erken yetişkinlikte SoV ve SaV’ın subklinik disfonksiyonu ile ilişkilidir. Obezitenin miyokardiyal fonksiyonlar üzerindeki olası söz konusu etkisi dikkate alınarak risk sınıflandırması yapılmalıdır.
Objective: The prevalence of obesity is increasing globally. Obesity has been shown to be associated with adverse cardiac outcomes. Current knowledge on the impairment of cardiac function caused by obesity in young adult population is lacking. Therefore, we aimed to evaluate the effect of obesity on cardiac deformation parameters in healthy obese individuals in early adulthood using 2D deformation imaging and 3D echocardiography.
Methods: Seventy-seven volunteers with a body mass index (BMI) above 25 kg/m2 who were between 18 and 30 years of age and a control group including 40 participants were included. Patients with a history of organic heart disease, poor image quality, or current pregnancy were excluded. Participants were classified as overweight (BMI of 25-29.9 kg/m2) and obese (BMI ≥ 30 kg/m2). Two dimensional and 3D appropriate echocardiographic images were recorded and further analyzed with a post-processing software to obtain the global longitudinal strain (GLS) of left (LV) and right ventricle (RV).
Results: A total of 117 subjects without metabolic syndrome were enrolled. Conventional dimensional and functional parameters as well as 3D volumetric measurements showed no significant differences among the groups. Presence of epicardial fat tissue was higher in the obese group. Notable differences were found among the groups for both 2D speckle tracking derived and 3D LV GLS, RV GLS, RV free-wall LS (analysis of variance [ANOVA], p<0.05) showing lower deformation in obese subjects. LV torsion was found to be significantly higher (ANOVA, p<0.05) for the obese group.
Conclusion: Obesity causes subclinical dysfunction of LV and RV in healthy obese subjects in early adulthood. Risk stratification should be performed by considering possible mentioned impact of obesity on myocardial functions.

CASE REPORT
10.Peripheral neural blockade for pain control in patients undergoing percutaneous angioplasty for complex infrapopliteal disease
Abdulrahman Naser, Khagani Isgandarov, İlker İtal, Tolga Sinan Güvenç, Müslüm Şahin
doi: 10.5543/tkda.2021.92422  Pages 321 - 327
Son yıllarda, perkütan translüminal anjiyoplasti, ekstremiteleri tehdit eden kronik iskemi (CLTI) ve infra-popliteal (İP) arter hastalığı için tercih edilen revaskülarizasyon seçeneği haline gelmiştir. CLTİ ve İP arter hastalığı; mükerrer balon dilatasyonu ve sık kontrast enjeksiyonunu gerektiren karmaşık ve uzun prosedürler gerektirir. Periprosedürel ağrı kontrolünün yetersiz kalması ciddi rahatsızlıklara yol açacaktır. Lokal anestezi ve sistemik opioidler gibi geleneksel yöntemler, kompleks İP girişimler sırasında ağrı kontrolünü sağlamak için genellikle yetersizdir. Ultrason rehberliğinde periferik sinir blokajı (PNB), son zamanlarda periferik prosedürlerde kullanılmıştır ve birkaç küçük çalışma, kompleks olmayan girişim yapılan hastalarda olumlu sonuçlar bildirmiştir. Bu seride, kompleks İP hastalığı olan dört hastada endovasküler tedavi sırasında ağrıyı azaltmak için PNB uygulanan, işlem sonrası tatmin edici sonuçlara yol açan ve mükemmel periprosedürel ağrı kontrolünü gözlemlediğimiz deneyimimizi bildirdik.
In recent years, percutaneous transluminal angioplasty has become the preferred revascularization option for chronic limb-threatening ischemia (CLTI) and infrapopliteal (IP) arterial disease. CLTI and IP disease require complex and lengthy procedures that necessitate multiple balloon inflations and frequent contrast injections. It will lead to severe discomfort if periprocedural pain control is inadequate. Conventional methods such as local anesthesia and systemic opioids are usually inadequate to provide pain control for complex IP arterial disease interventions. Ultrasound-guided peripheral nerve blockade (PNB) has been recently employed in peripheral procedures, with several small studies reporting favorable results in patients who underwent not complex interventions. In the present series, we report our experience of 4 patients who underwent PNB to relieve pain during endovascular treatment of complex IP disease, and in whom we have observed excellent periprocedural pain control that led to satisfactory postprocedural outcomes.

11.Acute coronary syndrome because of a scorpion sting in a patient with chronic coronary syndrome: A case report and review of the literature
Nuri Köse, Tarık Yıldırım
doi: 10.5543/tkda.2021.08834  Pages 328 - 333
Akrep sokmasını takiben gelişen akut koroner sendrom (AKS) literatürde çok nadiren bildirilmiş olup, olguların çoğunda anjiyografide koroner arterler normal olarak saptanmıştır. Altta yatan muhtemel patojenik mekanizmalar; akrep zehirinde bulunan vazoaktif, enflamatuar ve trombojenik maddelerin salınımını takiben gelişen, koroner damarda tromboz ile sempatik aktivitenin kombinasyonundan kaynaklanan kan basıncındaki değişkenliği ve vazospazmı içerir. Bu yazıda, akrep tarafından sokulduktan sonra AKS gelişen Kounis sendromu (KS) olgusu sunulmuştur. Bu hastada, koroner anjiyografi sol ön inen arterde ciddi darlık gösterdi ve olgu destekleyici tedavi, antivenom serumu, perkütan transluminal koroner anjiyoplasti ile başarılı bir şekilde tedavi edildi.
The occurrence of acute coronary syndrome (ACS) following a scorpion sting has been very rarely reported in literature, and most of the cases presented had a normal coronary angiogram. The possible pathogenetic mechanisms include imbalance in blood pressure and coronary spasm caused by a combination of sympathetic excitation with subsequent thrombosis of coronary vessels developed after the release of vasoactive, inflammatory, and thrombogenic substances contained in the scorpion venom. In this report, we present a case of a scorpion sting complicated by ACS, called Kounis syndrome (KS). His coronary angiogram revealed the presence of significant stenosis of the left anterior descending artery. He was treated successfully with percutaneous transluminal coronary angioplasty, antivenom serum, and supportive therapy.

12.Spontaneous right coronary artery dissection in a patient with COVID-19 infection: A case report and review of the literature
Zeynep Yapan Emren, Volkan Emren, Emre Özdemir, Uğur Karagöz, Cem Nazlı
doi: 10.5543/tkda.2021.34846  Pages 334 - 338
Şiddetli akut solunum sendromu ile ilişkili koronavirüs (SARS-CoV-2) dünyada COVID-19 salgınından sorumludur. Her ne kadar SARS-CoV-2 öncelikle viral pnömoniden sorumlu olsa da miyokardit, akut miyokard infarktüsü ve tromboz gibi kardiyovasküler komplikasyonlarla da ilişkili olduğu gösterilmiştir. Spontan koroner arter diseksiyonu (SKAD) koroner arter hastalığının nadir bir formu olup son dönemde az sayıda olgu sunumuna göre COVID-19 ile ilişkilendirilmiştir. Bu yazımızda COVID-19 hastalığı geçirmiş kardiyovasküler öyküsü olmayan bir olguda spontane sağ koroner arter diseksiyonu sunulmuştur. SKAD stent implantasyonu ile tedavi edilmiştir.
Severe acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS-CoV-2) is responsible for the global coronavirus disease 2019 (COVID-19) pandemic. Although the virus predominantly causes respiratory system infection, recent reports have shown that it is also associated with many cardiovascular complications. It has been reported that COVID-19 may cause myocarditis, type 1 and 2 acute myocardial infarction, and thrombotic complications.[1] Spontaneous coronary artery dissection (SCAD) is a rare form of coronary artery disease that has recently been associated with COVID-19 in a few case reports. The case reported here is of COVID-19 associated SCAD in a patient with no history of cardiovascular disease.

CASE IMAGE
13.A rare complication due to forceful administration of contrast agent: Wire entry to the left ventricle cavity
Ahmet Karaduman, İsmail Balaban, Berhan Keskin, Mehmet Çelik, Regayip Zehir
doi: 10.5543/tkda.2021.39030  Page 339
Abstract |Full Text PDF | Video

14.Extension of a mitral-aorta intervalvular fibrosa pseudoaneurysm into the interatrial septum resulting in the honeycomb appearance in a patient with Takayasu’s arteritis
Ali Hosseinsabet, Alimohammad Hajizeinali
doi: 10.5543/tkda.2021.93059  Page 340
Abstract |Full Text PDF | Video

REVIEW
15.Heart Failure 2019 Insights from the National Society of Cardiology journals
Plamen Gatzov, Jean- Jacques Monsuez, Gergely Agoston, Michael Aschermann, Hala Mahfouz Badran, Ariel Cohen, Kurt Huber, Evgeny Shlyakhto, Dilek Ural, Ignacio Ferreira- Gonzalez, Fernando Alfonso
doi: 10.5543/tkda.2021.10001  Pages 341 - 343
Abstract |Full Text PDF

OTHER ARTICLES
16.Kardiyoloji yayınlarında gündem ve yorumlar
Ertan Ural
Page 344
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search

Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.