ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 32 (1)
Volume: 32  Issue: 1 - January 2004
DERLEME
1.Value of Serum Gamma Glutamyltransferase as a Cardiovascular Risk Factor in Turkish Adults: A Good Marker of Metabolic Syndrome and its Components and of Coronary Disease Likelihood
Altan ONAT, İbrahim SARI, Gülay HERGENÇ, Serdar TÜRKMEN, Bülent UZUNLAR, Hüseyin UYAREL, Mehmet YAZICI, İbrahim KELEŞ, Günay CAN, Vedat SANSOY
Pages 1 - 9
TEKHARF Çalışmasının temelde Marmara ve İç Anadolu bölgelerinde oturan eski ve yeni kohortundan 868 kişide, başka muayene ve tahliller bağlamında, serum gama glutamiltransferaz (GGT) belirlendi. Amaç, halkımızda GGT'nin kardiyovasküler risk faktörleri, metabolik sendrom (MS) ve koroner kalp hastalığı (KKH) ile ilişkisini incelemekti. MS tanısı ATP-III kriterlerine, KKH tanısı anamnezde angina varlığı ve 12-derivasyonlu istirahat EKG'ının Minnesota kodlamasına dayanılarak kondu. Örneklemin %37'sinde MS, %10.5'unda KKH mevcuttu. Serumda GGT Elecsys metoduyla ölçüldü; değerler normal dağılım sergilemediğinden analizler log-transformasyon suretiyle bildirildi. Yaş ortalaması 52,7±11 olan 421 erkek ve 447 kadında geometrik ortalama değer sırasıyla 28.7±1.8 U/Lve 20,8±1.8 U/L bulundu (p<0.001). Konsantrasyonlar yaşla anlamlı olarak yükseliyorduysa da, aradaki korelasyon zayıftı (r =0.11). En güçlü korelasyonlar kanda ürik asid, açlık trigliserid ve insülin düzeyleri, kompleman C3, bel çevresi ve metabolik sendrom tanısı ile ortaya çıktı (r = 0.3 ila 0.4 arasında seyretti). Ayrıca, BKİ, total kolesterol ve sedanter hayat ile GGT arasında her iki cinsiyette, sistolik KB ve bozulmuş açlık glukozu durumu ile yalnız kadınlarda anlamlı bağıntı (r 0.16 ila 0.25) bulundu. Multipl lineer regresyona dahil edilen 13 değişken arasında, serum GGT aktivitesinin bağımsız belirleyicileri olarak, başta alkol kullanımı ve bel çevresi olmak üzere, beden kitle indeksi, ürik asid, açlık insülin ve kompleman C3 düzeyleri bulundu. Serum GGT düzeyinin ikiye katlanmasının MS olasılığının - yaş ve cinsiyetten bağımsız olarak - %36 yükselmesine karşılık geldiği, lojistik regresyon analiziyle anlaşıldı (p<0.001). KKH olasılığı için GGT'nin optimal sınır değerleri araştırılarak, erkek ve kadında sırasıyla 50 U/L ve 35 U/L seçildi. Sınırın altındaki bireylere kıyasla, üstündeki katılımcılarda KKH olasılığının odds oranı - alkol kullanımı, yaş ve cinsiyetten bağımsız olarak - 2.17 (%95CI 1.23; 3.82) bulundu; bu bulguya göre, serum GGT aktivitesinin ikiye katlanması KKH olasılığının %58 arttığını yansıtıyordu. Yetişkinlerimizde serum GGT aktivitesinin topluma-dayalı olarak ilk kez incelendiği bu çalışmada, enzimin metabolik sendrom ve unsurlarıyla çok yakın ilişki içinde olduğu doğrulandı. GGT'nin koroner kalp hastalığı olasılığının belirteci olarak da değer taşıdığı, aktivitede ılımlı yükselmelerin, olasılığın anlamlı biçimde yükseldiğini yansıttığı sonucuna varıldı. Bu konuda pratikte kullanılabilecek sınır değerleri önerildi. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 1-9)
Value of Serum Gamma Glutamyltransferase as a Cardiovascular Risk Factor in Turkish Adults: A Good Marker of Metabolic Syndrome and its Components and of Coronary Disease Likelihood Purpose of the study was to investigate the value of serum gamma glutamyltransferase (GGT) activity as a cardiovascular risk factor in a population sample of 868 men and women among the cohort of the Turkish Adult Risk Factor Study, surveyed in 2003. Metabolic syndrome (MS) was diagnosed based on criteria of the ATP-III, and coronary heart disease (CHD) on the presence of angina and Minnesota coding of the resting ECGs. MS was observed in 37%, CHD in 10.5% of the study sample. GGT activity was measured by the Elecsys method, and values were log-transformed due to the skewed distribution. In 421 men and 447 women (mean age 52.7±11 years), geometric means of GGT were 28.7±1.8 U/L and 20,8±1.8 U/L, respectively (p<0.001). Concentrations rose mildly with age (r =0.11). Strongest correlations existed with serum uric acid, fasting triglycerides and insulin, complement C3, waist circumference and with the diagnosis of metabolic syndrome (r = 0.3 to 0.4). Moreover, significant correlations were found between GGT and BMI, total cholesterol and physical inactivity in both genders, and systolic pressure and impaired fasting glucose (r 0.16 to 0.25) in women alone. Alcohol intake and waist circumference, followed by body mass index, levels of uric acid, fasting insulin and complement C3 were the significant independent determinants of serum GGT activity among 13 variables included in a multiple linear regression analysis. A 2-fold increase in serum GGT levels was associated by logistic regression analysis with a rise of 36% in MS likelihood - independent of age and sex (p<0.001). Optimal cutoff points of GGT for CHD likelihood were selected as 50 U/L and 35 U/L in men and women, respectively. As opposed to individuals below the cutoff, those above the cutoff exhibited an odds ratio for CHD likelihood of 2.17 (95%CI 1.23; 3.82) - independent of age, sex and alcohol usage - indicating that, a 2-fold elevation in serum GGT activity corresponded to a 58% excess in CHD likelihood. This population-based study among Turkish adults confirmed that serum GGT activity is closely linked to the metabolic syndrome and its components. GGT proved to be a good marker of CHD likelihood, and moderate elevations of its activity significantly reflected a rise in this likelihood. Cutoff values suitable for use in clinical practice were proposed. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 1-9)

2.Heart Rate Variability and QT Dispersion in Patients with Slow Coronary Flow
Adnan KÖŞÜŞ, Olcay SAĞKAN, İhsan DURSUN, Mehmet ELÇİK, Y.Mustafa YAZICI, Mahmut ŞAHİN, Osman YEŞİLDAĞ
Pages 10 - 15
Normal koroner arterlerde yavaş kan akımı oldukça nadir bir bulgudur. Koroner mikrovasküler yatakta rezerv anormalliği ve artmış sistemik adrenerjik aktivite bu klinik tablodan sorumlu tutulmaktadır. Koroner yavaş kan akımının kalp hızı değişkenliği ve miyokardiyal repolarizasyon üzerine etkilerini araştırmak amacıyla bu çalışmayı planladık. Koroner anjiografide epikardiyal koroner arterleri normal olarak değerlendirilen ancak koroner kan akım hızı yavaş ve yaş ortalamaları 52.8±11.4 yıl olan 29 (16 E, 13K) hastaya karşılık sağlıklı bireylerden seçilen 22 kişi kontrol grubu olarak alındı. Koroner yavaş akım grubundaki hastaların TIMI kare sayıları, 12 derivasyonlu EKG'den düzeltilmiş QT dispersiyonları ve 24 saatlik Holter izleminden kalp hızı değişkenliği parametreleri saptandı. Kalp hızı değişkenliği parametrelerinden olan SDNN, pNN50 ve trianguler indeks değerleri koroner yavaş kan akımı grubunda (SDNN=109±29, pNN50=11±7, trianguler indeks=462±119), kontrol grubuna (SDNN=146±44, pNN50=20±16, trianguler indeks=584±142) kıyasla anlamlı derecede baskılanmıştı (p değerleri sırasıyla 0.019, 0.037 ve 0.008 olarak bulundu). Koroner yavaş akımı grubundaki QTc dispersiyonu (104±38 ms) kontrol grubunun QT dispersiyonundan (71±7 ms) anlamlı derecede daha yüksekti (p=0.001). Koroner yavaş akım grubunda TIMI kare sayısı ile kalp hızı değişkenliği arasında bir korelasyon bulunamadı. Sonuç olarak, koroner yavaş kan akımı olan olgularda artmış adrenerjik aktivitenin bu tabloya neden olabileceği tezini destekleyecek şekilde kalp hızı değişkenliği ve QT parametreleri bozulmaktadır. Azalmış kalp hızı değişkenliği ve artmış miyokardiyal repolarizasyon heterojenitesi bu hastalarda ani kardiyak ölüm için artmış riskin göstergesi olabilir. Ancak bunların doğrulanabilmesi için daha büyük ve uzun takipli çalışmalara gereksinim vardır. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 10-15)
Slow coronary flow is a very rare finding in normal coronary arteries. Reserve abnormality of the coronary microvasculature and increased activity of adrenergic system are accused for slow flow. We could not find any study investigating the effects of slow coronary flow on heart rate variability(HRV) and repolarisation of the myocardium. Therefore, we decided to make this trial. Twenty-nine patients with slow coronary flow and normal coronary arteries were included in the study. Twenty-two healthy subjects were accepted as control group. In the slow coronary flow group, TIMI frame counts from coronary angiography, QTc dispersion from 12 lead ECG, HRV from 24 hour ambulatory ECG monitoring were determined. In healthy subjects, HRV and QTc were determined by the same methods. Mean SDNN (109±29), pNN50 (11±7) and triangular index (462±119) of the slow coronary flow group were more depressed than the mean SDNN (146±44), pNN50 (20±16) and triangular index (584±142) of the control group (p values were 0.019, 0.037 and 0.008, respectively). There was no direct correlation between TIMI frame count and HRV indices in the slow coronary flow group. As a result, we suggested that HRV and QTc parameters are changed in the coronary slow flow patients in order to support the theory of increased adrenergic activity may be cause of abnormal coronary flow reserve at the microvascular level and slow coronary flow. Decreased HRV and increased heterogenity of repolarisation of myocardium may be cause of sudden cardiac death in some patients. For this purpose, larger and longer follow-up trials must be conducted in this patient group. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 10-15)

3.Evaluation of Elastic Properties of Aorta in Patients with Impaired Glucose Tolerance by Conventional and Color-Doppler Tissue Echocardiography
Y.Ramazan TOPSAKAL, Fahri BAYRAM, Mustafa ÇALIŞKAN, İbrahim ÖZDOĞRU, Namık Kemal ERYOL, Cumali GÖKÇE, Mustafa GÜR, Ali ERGİN
Pages 16 - 22
Arteryel sertlik artışı kardiyovasküler hastalıklar için bir risk faktörüdür. Çalışmamızın amacı hipertansiyon ve koroner arter hastalığı olmayan, glukoz tolerans bozukluğu (GTB) olan hastalarda aortun elastik özelliklerini konvansiyonel ve renkli doku Doppler ekokardiyografiyle (RDDE) değerlendirmektir. Hipertansiyon ve koroner arter hastalığı olmayan, GTB'si olan 47 olgu (yaş ortalamaları 37±8) çalışma grubunu, GTB'si olmayan 32 olgu (yaş ortalamaları 34±8) kontrol grubunu oluşturdu. Aortun elastik özelliklerini değerlendirmek için M-mode ekokardiyografiyle aortun sistolik ve diyastolik iç çapları, RDDE'yle aort üst duvar doku Doppler hızları (S, E, A m/sn), ekokardiyografik inceleme süresince nabız sayısı ve kan basıncı ölçüldü. Aortik sertlik indeksi ve aortik esneklik formüllerle (Aortik sertlik indeksi=ln(SKB/DKB)/(AoS-AoD)/AoD cm2dynes-1, aortik esneklik=2x(AoS-AoD)/NBxAoD) hesaplandı. Aortik sertlik indeksi, aortik esneklik, aort üst duvar S hızları (m/sn) çalışma grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak farklıydı (sırasıyla 1.39±1.52'ye karşı 0.54±0.32, p=0.002; 2.64±1.83'e karşı 7.11±4.33, p<0.001; 0.057±0.022'ye karşı 0.069±0.027, p=0.029). Aortik sertlik indeksi aort üst duvar S hızı (r=-30, p=0.007) ve E hızıyla (r=-0.34, p=0.002) negatif ilişki, aortik esneklik ise aort üst duvar S hızıyla (r=34, P=0.002) ve E hızı (r=0.37, p=0.001) ile pozitif ilişki göstermekteydi. GTB'si olan çalışma grubunda aortik sertlik indeksi daha yüksek, aortik esneklik daha düşüktür. Renkli doku Doppler ekokardiyografiyle ölçülen aort üst duvar S hızı aortik sertlik artışına paralel olarak azalmaktadır. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 16-22)
Increased arterial stiffness is a risk factor for cardiovascular disease. In our study we aimed to evaluate the elastic properties of the aorta with conventional and color Doppler tissue imaging (CDTI) in patients with impaired glucose tolerance (IGT) who had no hypertension or coronary artery disease. The study group consisted of 47 IGT patients having without hypertension or coronary artery disease (mean age 37±8), and the control group of 32 healthy subjects (mean age 34±8). To evaluate the elastic properties of the aorta, diastolic and systolic diameters of the aorta were measured by M-mode echocardiography and tissue Doppler velocities of the superior wall of aorta were measured by CDTI (S, E, A m/sn) and heart rate and blood pressure were measured during echocardiographic evaluation. Aortic stiffness index and aortic distensibility were calculated using the formulas (aortic stiffness index=ln(SKB/DKB)/(AoS-AoD)/AoD cm2 dynes-1, aortic distensibility=2x(AoS-AoD)/NBxAoD). Aortic stiffness index, aortic distensibility and S velocities (m/sn) of superior aortic wall were significantly different the in study group compared with the controls. (1.39±1.52 vs 0.54±32, p=0.002, 2.64±1.83 vs 7.11±4.33, p<0.001, 0.057±0.022 vs 0.069±0.027, p=0.029, respectively). Aortic stiffness index was negatively correlated with superior aortic wall S velocity (r=-30, p=0.007) and with E velocity (r=-0.34, p=0.002). Aortic distensibility was positively correlated with superior aortic wall S velocity (r=0.34, p=0.002) and with E velocity (r =0.37, p=0.001). Conclusion: In patients with IGT, aortic stiffness index was higher and aortic distensibility lower than in normal controls. S velocity of superior wall of the aorta measured by CDTI decreased as aortic stiffness increased. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 16-22)

4.The Role of Angiotensin Converting Enzyme Gene Polymorphism in the Development of Premature Coronary Artery Disease
Tamer AKBULUT, Tuba BİLSEL, Hüseyin UYAREL, Sait TERZİ, Nurten SAYAR, Alper AYDIN, Şennur Ünal DAYİ, Figen ÇİLOĞLU, Bayram BAĞIRTAN, İsmail PEKER, Kemal YEŞİLÇİMEN
Pages 23 - 27
Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE) gen polimorfizminin çeşitli kardiyovasküler patolojilere olan etkisi tartışılmaktadır. Biz de çalışmamızda bu genetik faktörün Türk toplumunda erken koroner arter hastalığı gelişimi üzerine etkisini araştırmayı amaçladık. Koroner arter hastalığı tespit edilmiş 50 yaş ve daha altındaki 139 olgunun konvansiyonel risk faktörleri ve ACE genotip dağılımları, aynı yaş grubundaki koroner arter hastalığı tespit edilmeyen 67 olguyla karşılaştırıldı. Erken koroner arter hastalığı tespit edilen ve edilmeyen her iki gruptaki ACE genotip dağılımı benzer şekildeydi. (Çalışma grubunda ACE I/I: %13.7; ACE I/D: %59; ACE D/D: %27.3; kontrol grubunda ACE I/I: %17.9, ACE I/D: %57.2, ACE D/D: %27.9). ACE D/D genotipinin erken koroner arter hastalığı relatif risk oranı 0.88 (p > 0. 05) ve D alelinin relatif risk oranı 1.03 (p > 0.05) bulundu. Buna karşın total kolesterol seviyesi, HDL kollesterol seviyesi, LDL kolesterol seviyesi, sigara kullanımı, vücut kitle indeksi ve diabet sıklığı erken koroner arter hastalığı tespit edilen grupta istatistiksel anlamlı şekilde farklı bulundu. Sonuç: Sınırlı bir örnekleme dayanan gözleme göre, ACE gen polimorfizmi Türk toplumunda erken koroner arter hastalığı gelişiminde rol oynayan bir faktör olarak görünmemektedir. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 23-27)
Angiotensin-converting enzyme (ACE) gene polymorphism has been associated with many cardiovascular pathologies. The goal of our study was to assess the association of ACE gene polymorphism with premature coronary artery disease in Turkish population sample. A total of 139 young patients (?50 years) with coronary artery disease were evaluated in regard to ACE gene polymorphism and conventional coronary risk factors. The findings were analyzed and compared with those of 67 healthy young persons. Both allele frequencies and ACE genotype distribution did not differ substantially between groups (ACE I/I: %13.7; ACE I/D: %59; ACE D/D: %27.3 in the study group and; ACE I/I: %17.9, ACE I/D: %57.2, ACE D/D: %27.9 and in the control group). The odds ratios were 0.88 for D homozygotes (p > 0.05) and 1.03 for the D allele (p > 0.05). On the other hand, the other variables (smoking, plasma cholesterol level, obesity, and diabetes mellitus) were found to be related to the development of premature coronary artery disease. Conclusion: ACE gene polymorphism does not seem to be associated with premature coronary artery disease in the studied, limited-sized Turkish sample population. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 23-27)

5.Role of Complement System in Atherosclerosis
Gülay HERGENÇ
Pages 28 - 37
Kronik inflamatuvar bir hastalık olan aterosklerozda kompleman sisteminin de rolü olması doğaldır. Kompleman sistemi plazmada inaktif olarak bulunan enzimlerin kademeli aktivasyonu ile inflamatuvar peptidlerin, opsoninlerin ve hücre zarı saldırı kompleksinin oluştuğu bir yoldur. Kompleman sistemi, pıhtılaşma, kinin ve fibrinolitik sistem birbirileri ile ve bazı hücre zarı proteinleri ile etkileşim halindedir. Hemostaz sisteminde yer alan bir çok protein ve reseptörü kompleman aktivasyonu, bağışıklık cevabı, sitokin salınımından etkilenmektedir. Kompleman sisteminin aktivasyonunun da, koagülasyon sistemi, fibrinoliz, kininogenez, anjiyogenez sistemleri gibi, kontak sistem tarafından tetiklendiği gösterilmiştir. Komplemana bağlanmış immunkompleksler trombosit agregasyonu ve tromboza sebep olmaktadır. Kompleman C3 (C3) düzeyleri bir çok lipid parametresi ile anlamlı ilişki sergilemektedir. Son yıllarda asilasyon uyarıcı protein (ASP) isimli proteinin C3'ten faktör B ve faktör D varlığından oluştuğu, lipoprotein ve trigliserid metabolizmasında ve glikoz taşınmasında çok önemli rolü olduğu gösterilmiştir. HDL'in antiaterojen fonksiyonları arasında, kompleman aktivasyonunun baskılanması da yer almaktadır. HDL'nin majör apolipoproteini olan apo AI, kompleman sistemi terminal kompleksinin oluşmasını inhibe eder ve kompleman sistemi düzenleyici proteinlerine etki eder. Modifiye ve okside lipoproteinlerin kompleman faktörlerin üretilmesine ve aktivasyonlarına sebep olduğu gösterilmiştir. Kompleman kaskadından salınan başlıca inflamatuvar faktör olan C5a, nötrofiller için çok kuvvetli bir kemoatraktandır ve damara nötrofillerin infiltrasyonuna sebep olur. Köpük hücresinin aterosklerotik lezyon haline çevrilme sürecinde de kompleman sisteminin rolü bulunmaktadır. C3 düzeylerinin önceden iskemik bir olay yaşamamış erkeklerde MI'nin kuvvetli ve bağımsız bir belirteci olduğu saptanmıştır. Miyokard iskemisi ve sonrasındaki reperfüzyon, kardiyak cerrahi girişimler kompleman sistemini aktive etmektedir. Kompleman sisteminin bazı komponentleri ateroskleroz öngörmede, erken miyokard infarktüsünün ayırıcı tanısında ve inflamasyonu kontrol altına almada faydalı belirteç olmaya adaydır; doku ve kanda kantitatif ve kalitatif ölçümleri yapılmaktadır. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 28-37)
It is not unexpected that complement system has a role in atherosclerosis which is a chronic inflammatory disease. Complement system is a pathway in which inflammatory peptides, opsonins and membrane attack complex are produced by stepwise activation of inactive plasma proteins. Complement system, coagulation, kinin and fibrinolytic pathways are in close inter-action. Immuncomplexes bound to complement cause platelet aggregation and thrombosis. Many proteins of the hemostatic system and their receptors are affected by complement activation, immune response and cytokine release. Activation of the complement system like coagulation system, fibrinolysis, kininogenesis and angiogenesis, is triggered by the contact system. Serum complement C3 (C3) levels show significant associations with several lipid parameters. Acylation stimulating protein formed from three different complement factors in adipose tissue has been shown to play a very important role in lipoprotein and triglyceride metabolism and glucose transport. Suppression of the complement activation is among the antiatherogenetic functions of HDL. Apo AI, the major apolipoprotein of HDL, inhibits the formation of the terminal complement complex and has effects on the regulatory proteins of the complement system. Modified and oxidized lipoproteins have been shown to induce production and oxidation of complement factors. C5a, the major inflammatory factor released by the complement system, is a very powerful chemoattractant for neutrophils. Complement system has a role in the conversion of foam cells to atherosclerotic lesions. C3 level was found to be an independent predictor of myocardial infraction in men with no previous ischemic event. Measurement of various components of the complement system may be promising in prediction of atherosclerosis, differentiation of an early MI from a reversible ischemic event and in the control of an inflammatory response in post-MI reperfusion. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 28-37)

6.MR Imaging Technique in Cardiovascular Diseases
H.Barış DİREN, Y.Ümit BELET
Pages 38 - 43
Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG), 80'li yılların başlarında geliştirilmiş ileri bir tıbbi görüntüleme yöntemidir. Bilinen klasik görüntüleme yöntemlerinden (X-ışınları ve ultrases gibi) farklı olarak organların gerçek görünümlerini, fizyolojik parametreleri kullanarak görüntüler. MRG, ortaya koyduğu veriler bakımından insan vücudunun tüm organlarının görüntülenmesinde kullanılabilme gibi bir ayrıcalığa da sahiptir. MRG tetkik yöntemi günümüzde kalp damar hastalıklarının tanısında non-invazif bir görüntüleme yöntemi olarak giderek artan oranlarda geniş bir kullanım alanı bulmaktadır. Konjenital kardiyak anomalilerin değerlendirilmesinde, kalp kompartmanlarının anatomik görüntülenmesi yanında atriyoventriküler morfolojik değerlendirmesinin yapılması ve ana damar yapılarının ilişkileri, seyirleri ve yapısal özellikleri ayrıntılı olarak incelenebilir. Bu grup hastalıklarda ekokardiyografi bulgularını tamamlayan noninvazif bir inceleme yöntemi olarak gittikçe artan bir önem kazanmaktadır. Kardiyak MR incelemeleri özellikle son yıllarda geliştirilen yazılım ve donanımdaki teknolojik buluşlar ile kardiyak iskeminin de değerlendirilmesinde önem kazanmaktadır. Akut miyokardiyal iskeminin diffüzyon ve perfüzyon görüntüleme yöntemleri ile değerlendirilebilmesi, kronik infarktta skar dokusunu tanımlayabilmesi, canlı miyokard hakkında somut veriler ortaya koyarak değerlendirme olanağı vermesi bu tetkik yönteminin önemli özellikleri arasındadır. MRG'nin akışkanlığa olan duyarlılığı çerçevesinde elde edilebilen anjiyografik görüntüler ile koroner damarların da görüntülenmesi, tek bir tetkik yöntemi ile morfolojik, fizyolojik, histolojik ve dinamik fonksiyonel değerlendirmelerin yapılabilmesini sağlamakta ve rutin klinik uygulamada en sık karşılaşılan hastalıkların başında görülen kardiyak patolojilerin tanı ve ayırıcı tanısında gittikçe artan bir önem kazanmaktadır. Bu derlemede, günümüzde MR teknolojisinin ulaştığı son aşamaların ışığında kalp damar hastalıklarının tanısında sağlayabileceği katkılar gözden geçirilmiştir. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 38-43)
Magnetic resonance imaging (MRI) is an advanced medical imaging method developed in the 1980s. In variance from the known classical imaging methods (such as X-rays and ultrasound) MRI renders real images of organs by using physiological parameters. MRI is privileged of being used in imaging all organs of human body because of the data it offers. MRI has been widely used in the diagnosis of cardiovascular diseases as a non-invasive imaging method in an increasing manner. The anatomy of all cardiac chambers, atrio-ventricular mor-phology, great vessels and their relations with the cardiac chambers can be evaluated in detail with MRI in congenital cardiac pathologies. MRI, with its increasing use parallel to the recent technologic advances both in software and hardware, has also been used to evaluate myocardial ischemia. Diffusion- and perfusion-weighted MRI applications are effective to evaluate acute myocardial ischemia and differentiate it from myocardial necrosis and scar tissue in the chronic stage. MR-angiography is another advantage of this technique and can also show the flow in vessels nonivasively and coronary arteries can thus be evaluated morphologically. The use of MRI in the evaluation of cardiovascular diseases provides the chance of evaluating morphology, physiology and histology of this organ with a single and non-invasive method getting an increasing importance in this field. The contributions that MRI may provide in the diagnosis of cardiovascular diseases were herein reviewed in the light of recent advances MR technology reached. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 38-43)

OLGU
7.A Case Who Benefited From Cardiac Resynchronization Therapy
Erdem DİKER, Deniz ŞAHİN, Telat KELEŞ, Hülya ÇİÇEKÇİOĞLU, Kadir POLAT, Alper CANBAY, Sinan AYDOĞDU
Pages 44 - 51
Kardiyak resenkronizasyon tedavisi, kalp yetersizlikli hastaların tedavisinde kullanılan yeni bir non-farmakolojik yaklaşımdır. Yapılan çalışmalar bu tedavinin güvenliğini ve etkinliğini göstermiştir. Fakat, kardiyak resenkronizasyon tedavisinden yarar görecek hastayı seçmek, kritik ve hala tartışmalı bir konudur. Bu seçim için çeşitli klinik, elektrokardiyografik ve ekokardiyografik kriterler öne sürülmüştür. Hala, bu tedaviden yarar görecek hasta alt grubunu belirleyecek tatmin edici seçim kriterlerine sahip değiliz. Bu makalede kardiyak resenkronizasyon tedavisi amacıyla atriyobiventriküler kalıcı kalp pili implante edilmiş 60 yaşındaki bir kadın hasta sunulmuştur. Olgumuzun, QRS süresinin 190 ms olması, PQ süresinin 170 ms olması, mitral yetersizliği süresinin 380 ms olması ve septum-posteriyor duvar hareket gecikmesi süresinin > 130 ms olması nedeniyle kardiyak resenkronizasyon tedavisinden yarar göreceği beklenmiştir. Tedavi sonrasında da hastanın semptomları, fonksiyonel kapasitesi ve egzersiz toleransı belirgin düzelmiştir ve bu düzelmenin bir plasebo etkisi olmadığı gösterilmiştir. Bu vesile ile kardiyak resenkronizasyon tedavisinden en çok kimin yarar göreceği, klasik kriterlere ek olarak kullanılacak yeni kriterlerin ne olacağı tartışılmıştır. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 44-51)
Cardiac resynchronization therapy is a novel non-pharmacological treatment approach in the treatment of heart failure. Previous studies proved the safety and efficacy of this treatment. The selection of the most suitable candidate for cardiac resynchronization therapy is a crucial issue and still a matter of debate. Variable clinical, electrocardiographic and echocardiographic criteria have been proposed for appropriately selecting candidates for this therapy. Unfortunately, we still do not have satisfactory selection criteria set, which determines patients who will mostly benefit from this therapy. In this case report, we present a 60-year-old woman with dilated cardiomyopathy, who underwent atriobiventricular pacemaker implantation for cardiac resynchronization therapy. This patient would presumebly benefit from this therapy due to long (180 ms) QRS duration, long (170 ms) PQ duration, long ( 380 ms) mitral regurgitation duration and reltively long (> 130 ms) septum-posterior wall motion delay. As expected, symptoms, functional class and exercise capacity improved dramatically after therapy and it is shown that this improvement is not a placebo effect. We discussed which patient will benefit mostly from cardiac resynchronization therapy. (Türk Kardiyol Dern Arş 2004; 32: 44-51)

8.Aortic Graft With Kink Formation
İstemihan TENGİZ, Ertuğrul ERCAN, Emil ALİYEV, Reşat MAHMUDOV
Page 52
Abstract |Full Text PDF

OTHER ARTICLES
9.Practice Guidelines of Methods of Nuclear Cardiology in Turkish Society of Cardiology Heart Disease

Pages 53 - 69
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.