ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
TÜRK KARDİYOLOJİ DERNEĞİ ARŞİVİ - Turk Kardiyol Dern Ars: 25 (2)
Cilt: 25  Sayı: 2 - Mart 1997
1.
Makale Özetleri
Summaries of Articles

Sayfalar 68 - 71
Makale Özeti | İngilizce Tam Metin

2.
Koroner Arter Hastalığı Tanısı veya Şüphesi Bulunan Hastalarda İstirahat Elektrokardiyografisindeki ST-T Değişikliklerinin Egzersiz TI-201 Single Photon Emission Kompüterize Tomografi (SPECT) ile Değerlend
Clinical Investigations Assessment of ST-T wave Abnormalities on the Baseline Resting Electrocardiography by Exercise 201-TI Single Photon Computerized Tomography (SPECT)
Ayşe PINARLI, Birsen ERSEK, Kemal YEŞİLÇİMEN, Metin GÜRSÜRER, Mehmet AKSOY
Sayfalar 72 - 76
İstirahat elektrokardiyografisinde (EKG) saptanan ST-T değişikliklerinin, koroner arter hastalığına (KAH) bağlı ölüm riskini arttırdığı ve KAH'nın ağırlık derecesi ile ilişkili olduğunun belirlenmesi bu olgularda iskeminin artmış olabileceğini akla getirmektedir. Bu amaçla ardışık 100 olgu egzersiz TI-201 Single Photon Kompüterize Tomografi (SPECT) ile incelendi. Olgular istirahat EKG'sinde ST-T değişikliği tespit edilenler (grup 1, n=38) ve edilmeyenler (grup 2, n=62) olarak iki gruba ayrıldı. Her iki grup arasında yaş, cinsiyet, miyokard infarktüsü ya da koroner bypass cerrahisi geçirenlerin sayısı açısından anlamlı bir fark yoktu. Keza egzersiz testi (ET) sonrasında da her iki grup açısından hız-basınç, çarpımı (çift-çarpım=Ç.Ç7 ve egzersiz kapasitesi (MET) açısından anlamlı bir fark saptanmadı. Bununla beraber 1. grupta ET sonrası ST depresyonu anlamlı olarak daha sık izlenirken (p<0.001), ET ile göğüs ağrısı gelişenlerin sayısı yönünden her iki grup arasında anlamlı fark görülmedi. TI-201 miyokard sintigrafisinde toplam perfüzyon defekti gösteren segment sayısı 1. grupta 2. gruba kıyasla anlamlı olarak daha fazla bulundu (p<0.001). Redistribüsyon 1. grupta 2. gruba göre daha sık izlenirken (p<0.001), 1. grupta revesibl defekt saptanan segment sayısı da 2. gruptan anlamlı olarak daha fazlaydı (p<0.001). Bunun yanında sabit defekt izlenen olgu ve segment sayısı açısından her iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. Sonuç olarak, istirahat EKG'sine ait ST-T değişikliklerinin bu olgularda iskeminin artmış olmasından ötürü olduğu ve bunun neticesinde progozu olumsuz yönde etkilediği düşünüldü.
The association of ST-T wave abnormalities on the baseline resting electrocardiography (ECG) with the severity of coronary artery disease (CAD) and increased risk of death from CAD suggest increased ischemia in these patients. To investigate this, 100 consequtive patients were studied by exercise TI-201 Single Photon Computerized Tomography (SPECT). Patients were divided into 2 groups according to the presence (group 1, n=38) or absence (Group 2, n=62) of ST-T wave abnormalities on their resting ECGs. There was no difference between the two groups with respect to age, gender, previous myocardial infarction and coronary artery bypass surgery. The double product (SBPxHR) and workload (METS) achieved were also comparable between the 2 groups. Exercise-induced ST segment depression was found to be significantly more frequent (p<0.001) in group 1,whereas exercise-induced chest pain was similar between the 2 groups. The total number of segments with perfusion defects were significantly higher in group 1 compared to group 2 (p<0.001). In addition, redistribution occured more frequently (p<0.001) and the number of segments with reversible perfusion defects were significantly higher in group 1 compared to group 2 (p<0.001) There was no significant difference in terms of persistent defects between the two groups. These data suggest that incrensed ischemia may be the underlying pathology with resting ST-T wave abnormalities and account for the poor prognosis in these patients.

3.
Kayseri Bölgesi Kentsel Populasyonunda Aterosklerotik Risk Faktörleri
Atherosclerotic Risk Factors in Urban Population of Kayseri
Şükrü ÜNAL, Mustafa ÇETİN, Ali ERGİN, Emrullah BAŞAR, Ahmet Hulusi KÖKER
Sayfalar 77 - 83
Ateroskleroz multifaktoriyel bir olaydır. Aterosklerozun önlenmesi veya geriletilmesinde önemli bir yöntem risk faktörlerinin kontrol altına alınmasıdır. Bu sebeple toplumdaki aterosklerotik risk faktörleri sıklığının bilinmesi önemlidir. Kayseri bölgesi kentsel populasyonda sistematik örnekleme yöntemi ile belirlenen 30 yaş ve üzeri bireylerde aterosklerotik risk faktörleri araştırıldı. Belirlenen 1382 kişiden 659'u kadın, 471'i erkek toplam 1130 kişi çalışmaya katıldı. Katılanların yaş ortalaması 45.7±11.5, yaş dağılımı 30-92 idi. Çalışmaya katılan kişilerde açlık kan şekeri tayini, oral glukoz tolerans testi, kan lipitleri tayini, kan basıncı ve antrepometrik ölçümler gerçekleştirildi. Erkeklerde ortalama total kolesterol 192.4±35.3 mg/dl, LDL-k 117.7±33.5 mg/dl, HDL-k 43.1±8.8 mg/dl ve trigliserid 152.7±104.2 mg/dl; kadınlarda total kolesterol 193.1±38.5 mg/dl, LDL-k 121.8 ± 34.8 mg/dl, HDL-k 45.6±8.9 mg/dl ve trigliserid 128.5±34.8 mg/dl, HDL-k 45.6±8.9 mg/dl ve trigliserid 128.5±77.6 mg/dl olarak bulundu. Ortalama total kolesterol ve LDL-k kaçısından cinsler arasında anlamlı bir farklılık yokken (p>0.5), HDL-k kadınlarda, trigliserid erkeklerde daha yüksek olarak bulundu (p<0.01). HDL-k beklenildiği gibi düşük ve obezite beklenildiğinden daha sık olarak bulundu. Çalışma grubumuzda düşük HDL-k, diabet, sigara içimi, hipertansiyon ve obezite gibi risk faktörlerini yüksek oranlarda tesbit ettik.
Atherosclerotic risk factors were studied in a crosssectional study with systematic sampling of resi- 68 dents 30 years of age and over in the urban population of Kayseri. Among the 1382 subject sampled, total 1130 participants, 659 women and 471men completed the study. Means of age were 45.7 ± 11.5 and age range was 30-92. Fasting blood glucose and lipid levels were measured; oral glucose tolerance test, blood pressure and anthropometric measures were performed in participants. Mean total cholesterol, LDL-c, HDL-c and triglyceride levels were, respectively 192.4 ± 35.3, 117.7 ± 33.5, 43.1 ± 8,8 152.7 ± 104.2 in men and 93.ı ± 38.5, ı21.8 ± 348.8, 4,5.6 ± 8.9, ı28.5 ± 77.6 in women. Mean total cholesterol and LDL-c levels were not significantly different in both sexes. HDL-c Jevel was significantly higher in women and triglyceride Jevel in men (p

4.
Yeni Başlayan Tip II Diabetes Mellituslu, Normotensif Hastalarda Sol Ventrikül Diyastol Fonksiyonları
Determination of Diastolic Functions of Left Ventricle in Normotensive Patients with Type II Diabetes Mellitus of New-onset
Fehmi MERCANOĞLU, Kubilay KARŞIDAĞ, Hüseyin OFLAZ, Fevzi ALO, Nevres KOYLAN, Faruk ERZENGİN, Kemalettin BÜYÜKÖZTÜRK, Güngör ERTEM
Sayfalar 84 - 89
Diabetes mellitus (DM)'a bağlı olarak gelişen kardiyomiyopati iyi bilinen bir klinik antite olmasına rağmen, kadiyak tutulumun hastalığın hangi aşamasında başladığı yeterince araştırılmamıştır. Çalışmanın amacı, yeni başlayan tip II DM'lu hastalarda iskemik kalp hastalığı ve/veya hipertansiyondan bağımsız olarak sol ventrikül diyastolik fonksiyonlarında herhangi bir değişiklik olup olmadığının ekokardiyografik inceleme ile araştırılması ve bu hastalardaki sol ventrikül diyastolik fonksiyonlarının kan glukoz kontrolü ile olan ilişkisinin belirlenmesidir. Çalışmaya tip II DM'lü 23 hasta (10 kadın, 13 erkek; yaş ortalaması: 49.3±8.8 yıl) alındı. Hastaların ortalama DM süresi 1.37±0.68 yıl (maksimum 3 yıl) idi. Kontrol grubunu 24 sağlıklı birey (10 kdın, 14 erkek; yaş ortalaması: 45.7±7.6 yıl) oluşturdu. Diabetek hastaların normotensif olmaları ve iskemik kalp hastalığının bulunmaması öngörüldü. Hasta ve kontrol grupları arasında yaş, vücut kitle indeksi, kalp hızı ve diyastolik arter basıncı bakımından anlamlı fark yoktu. Hasta ve kontrol gruplarının ortalama diyastolik atrial doluş akımının maksimal hız (amax)'ları ve hız zaman integral (A-VTI)'leri arasında anlamlı fark yoktu. Buna karşılık hasta grubunun erken diyastolik akımının maksimal hızı (Emax) (57.2±10 cm/sn) ve hız-zaman integrali (E-VTI) 586.1±20 cm) kontrol grubununkilere (Emax; 7.5±12, E-VTI 109.4±26 cm) göre anlamlı olarak daha düşüktü (p<0.0001 ve p<0.01). Emax/Amax ve E-VTI/A-VTI oranları da hasta grubunda, kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük bulundu (Emax/Amax için sırasıyla 09.01 ve 1.22±0.2, p<0.0001; E-VTI/A-VTI için sırasıyla 1.24±0.27 ve 1.63±0.37, p<0.0001). Ayrıca hasta grubunun izovolümetrik relaksasyon zamanı kontrol grubuna göre uzamıştı (sırasıyla 102±9.7 msan ve 85±8.3 msan, p<0.0001). Sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu, kardiyak indeks ve sol ventrikül kitle indeksi hasta ve kontrol grupları arasında anlamlı farklılık göstermemekte idi. Hasta grubunun HbAI değerleri ile E-VTI/A-VTI oranı arasında anlamlı negatif korelasyon (r:-0.6, p<0.05) mevcuttu. Sonuç olarak, yeni tanı konulmuş tip II DM'lu hastalarda sol ventrikül diyastolik fonksiyonlarının erken dönemde hipertansiyon ve iskemik kalp hastalığından bağımsız olarak bozulduğu ve diyastolik fonksiyonlardaki bu bozulmanın muhtemelen kan glukoz düzeyinin kontrolü ile yakın ilişkisi bulunduğu kanısına varıldı.
Although cardiomyopathy due to diabetes mellitus (DM) is well known, it has not been adequately investigated in which stage of DM starts affection of the heart. The aims of this study were to investigate any change of left ventircular diastolic functions determined by echocardiography in patients with new diagnosed type II DM, and to determine the relation between diastolic functions and blood glucose control. Twenty-three patients (1O women and 13 men; mean age 49.3±8.8 years) with DM were included to the study. Mean duration of DM was 1.37±0.68 (maximum 3) years. A control group consisted of 24 healthy persons (1O women and 14 men; mean age 45.7±7.6 years). The patients had neither hypertension nor coronary heart disease. Mean values of age, body mass index, heart rate and diastolic arterial pressure were not significantly different in both groups. There was no significant difference in the mean values of maximal velocity (Amax) and velocity time integral (A-VTI) of diastolic atrial filling flow between the two groups. Mean maximal velocity (Emax: 57.2±10 cm/sec and 70.5±ı2, respectively, p<0.0001) and velocity time integral (E-VTI: 86.1±20 cm and 109.4±26 cm, respectively, p<0.01) of early diastolic filling flow of the patient group were less than those of the control group. The ratios of Emax/Amax (0.9±0.1 and 1.22±0.1, respectively, p

5.
Sternotomi Yapılmadan Torakoskopik Yöntemle Yapılan Aorto-Koroner Bypass Operasyonları
Thoracoscope-Assisted Coronary Bypass Surgery Via a Small Thoracotomy
Selim ERENTÜRK, Frank VAN PRAET, Hugo VANERMEN
Sayfalar 90 - 92
İskemika kalp hastalıklarında koroner bypass operasyonları geleneksel olarak kardiyopulmoner bypass, ekstrakorporal sirkülasyon (ECC) yöntemleri kullanılarak yapılmaktadır. 1995 yılından itibaren pompa kullanılmadan ve minimal torakotomi yoluyla bypass operasyonları gündeme gelmiştir. Kliniğimizde 3'ü angioplasti sonrası kritik sol ön inen koroner arter (LAD) restenozu ve 2'si angioplastiye uygun olmayan önemli LAD stenozu bulunan 5 olgu sternotomi yapılmadan minimal torakotomi yoluyla aorto-koroner bypass operasyonuna alınmıştır. Operasyonda genel anestezi altında minimal submamaryan insizyonla torakotomi yapılarak, torakoskop görüntüleme yöntemi kullanılarak sol internal mamaryan arter (LİMA) hazırlanmış ve kalp-akciğer pompası kullanılmadan yine torakotomi yoluyla atan kalpte LİMA-LAD anastomozu gerçekleştirilmiştir. Olguların hiçbirinde periop ve postoperatif bir komplikasyon gözlenmemiştir.
Traditionally coronary bypass operations are performed by extracorporeal circulation methods and by sternotomy. An alternative way to revascularize coronary vessels is described, using arterial conduits without extracorporeal circulation and via small thoracotomy. A thoracoscope is introduced into the thorax to assist in the harvesting of the left internal mammary artery. In our clinic, this technique was used to revascularize 5 patients from February 1996 to May 1996. All of them received the LIMA on the LAD coronary artery. Four patients were operated on because of unstable angina, three patients underwent previous PTC procedure on the LAD. There was neither perioperative mortality nor morbidity of myocardial infarction.

6.
Pulmoner Kapak Yokluğu Sendromu: 15 Olgunun Analizi
Absent Pulmonary Valve Syndrome: Analysis of 15 Patients
Gül Sağın SAYLAM, Ayşe SARIOĞLU, Resmiye BEŞİKÇİ, Gülhis BATMAZ, Y.Barbaros KINOĞLU, Tayyar SARIOĞLU
Sayfalar 93 - 100
Pulmoner kapak yokluğu sendromu (PKYS) pulmoner kapak dokusunun rudimanter veya displastik oluşu, ana pulmoner arter ve proksimal dallarından biri veya her ikisinin anevrizmatik dilatasyonu ile karakterize nadir bir konjenital kardiyak malformasyondur. Bu çalışmada 1988-1995 yılları arasında bölümümüzde pulmoner kapak yokluğu sendromu tanısı alan, yaşları 2 gün-17 yaş (ort. 2.5±5.0 yıl, ortanca 6 gün) olan 4'ü kız, 11'i erkek 15 hastanın bulguları retrospektif olarak değerlendirilerek tanı yaklaşımı, izlem, tıbbi ve cerrahi tedavi sonuçlarımız sunulmaktadır. Tanı klinik bulgular, EKG, telekardiyografinin yanısıra hastaların tümünde iki-boyutlu renkli Doppler ekokardiyografi ile konmuş, üç hastaya preoperatif kalp kateterizasyonu ve anjiografi yapılmıştır. PKYS 2 hastada izole, 13 hastada Fallot tetralojisi ile birlikte (TOF-PKYS) görülmüş, hastaların 14'ü 2 ay-7.5 yıl (ort. 2.1±2.1 yıl) süreyle izlenmiştir. TOF-PKYS'li 12 hastada erken süt çocukluğu döneminde siyanoz, dilate pulmoner arterlerin bronşlara basısına bağlı dispne ve/veya tekrarlayan akciğer enfeksiyonları görülmüş, 2'si izole PKYS olan 3 hasta geç çocukluk dönemine dek asemptomatik kalmış, 2 hastanın ise semptomlarında 18. aydan sonra spontan düzelme olmuştur. TOF-PKYS grubundan yaşları 2 ay-17 yıl olan 5 hastaya tam düzeltme ameliyatı yapılmıştır. Transannüler patch ile sağ ventrikül çıkış yolu rekonstrüksiyonu yapılan 2 hasta ve perikard grefti ile oluşturulan monokusp pulmoner kapak takılan bir hasta postoperatif 1-4.5 yıldır iyi durumda izlenmektedir. Koroner anomali nedeniyle sağ ventrikül ve pulmoner arter arasına ekstrakardiyak valvsiz conduit konan 12 hasta erken postoperatif dönemde kaybedilmiştir. PKYS'da tedavi yaklaşımımız, ilk 18 ayda spontan düzelme olasılığı gözönüne alınarak hastaların yoğun tıbbi tedavi ile izlenmeleri, bu dönemi atlatanlara elektif koşullarda tercihan valvli tam düzeltme yapılmasıdır. Süt çocukluğu döneminde ağır solunum güçlüğü olan hastalarda erken cerrahi girişim planlanmalıdır.
Absent pulmonary valve syndrome (APVS) is a rare congenital cardiac malformation characterized by a rudimentary or dysplastic pulmonary valve, ancurysmal dilatation of the main and proximal branch pulmonary arteries. This study reports our experience with 15 patients with absent pulmonary valve syndrome seen in our department between 1988 and 1995. 4 girls and 11 boys aged 2 days-17 years (mean 2.5±5.0 years, median 6 days) were retrospectively analyzed regarding their symptoms, physical findings, ECG, chest x-ray, echocardiographic features, clinical course and management. 2 patients had isolared APVS and 13 patients had Fallot's tetralogy with absent pulmonary valve (TOF-APVS). Diagnosis was made by two-dimensional and colour flow Doppler echocardiography in each case; preoperative cardiac catheterisation and angiography was performed in 3 patients. The follow-up period in 14 patients ranged from 2 months to 7.5 years (mean 2.1±2.1 years), one patient was lost to follow-up. In 12 patients with TOF-ARVS, cyanosis and respiratory symptoms due to infection and bronchial compression by the massively dilated pulmonary arteries developed in early infancy. In 2 of these patients, spontaneous relief of symptoms was noted after 18 months of age. 3 patients, two of whom had isolated APVS, remained free of respiratory symptoms until Iate childhood. 5 patients with TOF-APVS underwent a total correction operation at the age of 2 months- 17 years. Right ventricular outflow tract reconstruction using a transannular patch was performed in 2 patients, and a hand-made monocusp perkardial pulmonary valve was inserted in one; these 3 patients are clinically well 1-4.5 years after the operation. In 2 patients with anomalous origin of the left anterior descending coronary artery from the right coronary artery, an extracardiac valveless conduit was placed between the right ventricle and the pulonary artery; both died in the early postoperative period. Our current approach to the management of APVS is to give intensive medical therapy to symptomatic infants, and to delay surgical correction for at least until 18 months, since spontaneous relief of symptoms may occur during this period. Those who survive infancy should undergo elective repair preferably with the in sertion of a pulmonary valve. Early surgical intervention should be considered in infants who fail to respond to medical management.

7.
Fonksiyonel Tek Ventriküllü Hastalarda Sistemik - Pulmoner Şant ve Fontan Ameliyatlarının Ventrikül Diastolik Fonksiyonları Üzerine Etkisi
Influence of the Fontan Operation and Systemic - pulmonary Shunt on Ventricular Diastolic Functions in Patients with Single Ventricle
Gülhis BATMAZ, Ayşe SARIOĞLU, İrfan Levent SALTIK, Resmiye BEŞİKÇİ, Yar.Barbaros KINOĞLU, Tayyar SARIOĞLU
Sayfalar 101 - 107
Fonksiyonel tek ventriküllü (FTV) hastalarda fizyolojik tam düzeltme ameliyatı olan Fontan'da pasif bir dolaşım halini alan akciğer dolaşımının sürdürülebilmesinde ventrikülün diastolik fonksiyonları önem taşımaktadır. Geçirilmiş olan palyatif operasyonların ve Fontan operasyonunun bu fonksiyonlarda yarattığı değişikliği ekokardiyografi (eko) ile inceledik. Ventrikül hipertrofisi ve sistolik fonksiyonları ile diastolik fonksiyon parametrelerinin ilişkisini belirlemeye çalıştık. Yaşları 2.8 - 11.7 arasında değişen ve kardiyak patolojisi bulunmayan 21 çocuk kontrol grubu olarak alındı (Grup 1). FTV'lü 43 hasta çalışma grubumuzu teşkil etti. Yaşları 4.8±3.5 (Median = 3.4) olan ve hiçbir palyatif operasyon geçirmemiş 10 hasta grup II, 12.3 ± 11.2 (8.6) yaşında sistemik - pulmoner şantlı 12 çocuk grup III ve Fontan ameliyatı yapılmış 11.3 ± 6.8 (9.4) yaşında 21 grup IV olarak alındı. Eko ile hepatik venöz, atriyoventriküler (AV) kapak ve pulmoner venöz akım paternleri değerlendirildi. Sistemik ve pulmoner venöz ileri akımların hız ve hız-zaman integrallerine (VTI) bakıldı. AV kapak akımının diastolik erken doluş (E), atriyal sistole bağlı geç doluş (A) akım hızları ve VTI ile bunların birbirlerine oranı karşılaştırıldı. Ayrıca E hızının stroke volüme oranına bakıldı. Sistemik venöz ileri akım hız ve VTI'nin grup IV hastalarda diğerlerine göre anlamlı olarakdüşük olduğu belirlendi. Sağlıklı çocuklar ile diğer gruplar arasında fark tespit edilmedi. E hızının ve E/A oranının tüm hasta gruplarında sağlıklı çocuklardan düşük olduğu görüldü. Stroke volüme göre E hızı yalnız Fontan yapılmış olan hastalarda düşüktü, diğer hasta gruplarında sağlıklı çocuklardakinden farklı değildi. Ventrikül hipertrofisinin bulunup bulunmamasına göre gruplar kendi içinde ikiye ayrılıp veriler yetirmediği görüldü. Yaşları daha büyük ve kalp hızları daha düşük bulunmasına ve sistolik ventrikül fonksiyonları en iyi grup olmalarına rağmen Fontan grubunda saptanan bu farkların ventrikülün relaksasyon bozukluğu şeklindeki diastolik disfonksiyonu ile ilişkili olduğu düşünüldü. Sonuç olarak; Fontan yapılmış veya sistemik - pulmoner şantlı FTV'lü hastalarda ventrikülün diastolik fonksiyonlarının relaksasyon bozukluğuna delalet eder yönde bozulduğu belirlenmiştir. Relaksasyon bozukluğu şeklindeki diastolik disfonksiyonun ventrikül hipertrofisinin yanısıra, hipoksik miyokard başarı ile de ilgili olabileceği düşünülmüştür. Yine Fontan yapılmış hastalarda sistemik venöz akımın yavaşladığı gözlenmiştir. D iastolik fonksiyonları değerlendirmede, sistemik AV kapak akım hızları ve oranlarının karşılaştırılması, hem iyi bir fikir vermesi hem de ölçümlerin kolaylığı açısından yeterli görülmüştür.
In patients with single ventricle, Fontan's operation is a total physiologic corrective surgery. In this operation, because of the passive properties of the pulmonary circulation, diastolic functions of the ventricle have great importance. For this reason, we evaluated diastolic functions of the ventricle w ith echocardiography and investigated the relations between this parameters and ventricular geometry and systolic functions. Three groups, 10 patients (group Il) aged 4.77 ± 3.48 years having no operation, 12 patients (group III) 12.34 ± 11.18 years of age with systemic - pulmonary artery shunt and 21 patients performed Fontan operation aged 11.32 ± 6. 79 years constituted our study population. At a mean age of 6.56 ± 2.78 years, 21 children having no cardiac disease were accepted as control group. Hepatic venous, atrioventricular (AV) valves and pulmonary venous flow patterns were evaluated. For the hepatic and pulmonary venous flow, maximal velocity and velocity- time integral (VTI) were measured. Maximal velocity and VTI of early (E) and late (A) diastolic wave of the AV flow and the ratio of these components and the ratio of E velocity to stroke volume were calculated. In the Fontan's operation group, maximal velocity and VTI of hepatic venous flow were the lowest. There was no difference in these parameters for other patient groups and normal children. E velocity and E/A ratio were lower than normal for the patienis with single ventricle. There was no difference in the findings in terms of the presence of ventricular hypertrophy. In spite of older age and lowest heart rate, these findings showed that in the Fontan's operation group there was a diastolic dysfunction indicating relaxation abnormalities of the ventricle. In conclusion, in the single ventricle cases with Fontan's operation or systemic- pulmonary shunt, there was diastolic dysfunction of the ventricle. We thought that this dysfunction was related to ventricular hypertrophy and ischemic myocardial injury. In Fontan operation group the velocity of systemic venous flow was lower than normal, indicaling a passive pulmonary flow. For evaluation of the diastolic functions, the measurements from the systemic AV valve were sufficient and easy.

8.
Konjenital Aort Darlıklarında Balon Valvüloplasti: Erken ve Orta Dönemli Sonuçlar
Balloon Valvuloplasty in Congenital Aortic Stenosis in Children: Early and Intermediate-term Results
N.Kürşad TOKEL, Enver EKİCİ, Ali KUTSAL, Coşkun İKİZLER
Sayfalar 108 - 113
Doğumsal aort darlıklarının tedavisinde perkütan balon valvüloplastinin akut olarak etkili oluduğu ispatlanmıştır. Doğumsal aort darlıklı yaşları 4 gün ile 20 yaş arasında (median: 5.7 yaş) değişen 35 hastada 37 valvüloplasti işlemi yapıldı. Balon dilatasyon 34 olguda "retrograd" olarak femoral arter, 1 olguda "antegrad" olarak femoral venden yapıldı. Balon/anulus oranı 0.96±0.06 idi. İki hastada eşlik eden hafif aort koarktasyonu ve pulmoner valvüler darlık aynı seansta balon ile açıldı. Valvüloplasti öncesi 93.2±33.3 mmHg olan aortik pik gradient işlem sonrası 33.0±19.6 mmHg'ya (p<0.001), sol ventrikül pik sistolik basıncı 174.4±41.2 mmHg'dan 126.5±24.6 mmHg'ya düştü (p<.001). İşlemlerin 19'unda işlem öncesi aort yetmezliği yoktu, 18'inde 1+ aort yetmezliği vardı. Olguların 11'inde (%29.7) aort yetmezliği arttı. Bunların 4'ünde (%11.1) 3+ aort yetmezliği vardı. Yeterli teknik uygulanmasına karşın 2 işlemde gradient yeterli azalmadı ve birinde kapak değişimi gerekti. Ortalama 22±16.3 (median 16) ay izlem sonucunda Doppler ekokardiyografi veya kalp kateterizasyonu ile değerlendiren 22 olguda sistolik gradient 31.5±16.8 (12-90) mmHg bulundu, akut dönemdeki gradientle fark yoktu (p<0.05). Olguların 7'sinde 3, 8'inde 2, 8'inde 1+ aort yetmezliği vardı. İzleme aort yetmezliğinin derecesinde 10 olguda 1, 1 olguda 2+ artış olurken, 15 olguda aort yetmezliğinin derecesinde değişiklik olmadı. İkisi 12 ay altında olmak üzere 3 hastada femoral arter ile ilgili komplikasyon görüldü. Doğumsal aort darlıklı bebek, çocuk ve adolesanlarda aortik balon valvüloplastinin cerrahi valvatomi sonuçlarına göre güvenli ve etkili bir yöntem olduğu, erken ve orta dönem izlemleri sonucunda bu etkinliğin devam ettiği sonucuna varılmıştır.
Percutaneous balloon valvuloplasty (BAV) has proven to be acutely effective in the treatment of congenital valvar aortic stenosis. Thirty-seven BAV procedure was performed in 35 patients aged 4 days to 20 years old (median 5.7 years). Balloon dilatation was performed retrogradly though the femoral artery in 34 patients and antegradly through the femoral vein in one patient. Maximum inflated balloon size was selected as equal to or slightly less than the diameter of the aortic annulus measured angiographically. Average balloon/annulus ratio was 0.96±0.06 Balloon dilatation of coexistent aortic coarctation and pulmonary valvar stenosis was performed at the same procedure in 2 patients. Transamtic gradient decreased from 93.2±33.3 mmHg to 33.0±19.6 mmHg after BAV (p<.OOI). and left ventricular peak systolic pressure decreased from 174.4±41.2 to 126.5±24.6 mmHg (p<.001). Patients had no aortic regurgitation (AR) in 19 procedure and mild aortic regurgitation in 18 procedure before BAV. There were increased in degree of AR in 11 procedure (29.7%). Four of these 11 patients ( 1 1. 1%) had 3+ regurgitation. Despite technically adequate valvuloplasty procedure, two patients had inadequate relief of obstruction and one required aortic valve replacement. Residual peak systolic aortic gradient was 3 1.5± 16.8 (12-90) mmHg at mean 22±16.3 (median 16) months followup in 22 patients. Aortic insufficiency was 3+ in 7,2 + in 8,1+ in 8 patients. Increasement of aortic regurtation during follow-up one degree in 10 patients, two degree in 1 patients, and did not change in 15 patients. Femoral artery complication occured in 3 patients in whom two were under 12 months of age. In conclusion; our results in aortic valvuloplasty provides safe and effective acute and intermediate-term results in infants, children and adolescent with congenital aortic stenosis comparing surgical valvotomy, and this effectiviness continues early and intermediate-term follow-up.

9.
Derleme Koroner Arter Hastalığının Tedavisinde Koroner Cerrahisi İle Koroner Anjiyoplastinin Karşılaştırılması: Yeni Randomize Çalışmaların Cevaplandırdığı ve Cevaplandırmadığı Sorular
Review Comparison of Angioplasty With Bypass Surgery for the Treatment of Coronary Artery Disease: Questions Answered and Unanswered by Recent Randomized Trials
Ubeydullah DELİGÖNÜL
Sayfalar 114 - 122
Bu yazıda, yakın zamanlarda yayınlanmış olan ve koroner arter hastalığının tedavisinde anjiyoplasti ile bypass cerrahisini karşılaştıran randomize çalışmalar gözden geçirilmiştir. Hastane dönemi ve uzun süreli takipte mortalite ve miyokard infarktüsü her iki revaskülarizasyon yönteminde benzer bulunmuştur. Bu sonuçlar koroner anjiyoplastinin emniyetli bir revaskülarizasyon yöntemi olarak yerini pekiştirmiştir. Bypass cerrahisi, anjiyoplastiden farklı olarak daha az mükerrer revaskülarizasyona gerek göstermiş ve hafif-orta derecede anginanın kontrolünde biraz daha başarılı olmuş, fakat mükerrer revaskülarizasyonların bedeli de göz önüne alınsa, cerrahi daha pahalı bir yöntem olmaya devam etmiştir. Bu klinik farkların azaltılmasında yeni anjiyoplasti yöntemlerinin rolü tartışılmıştır. Diyabetik hastalardaki anjiyoplasti sonuçlarının farklılığı tartışılmış ve diğer klinik subgruplardaki sonuçlara değinilmiştir. Randomize çalışma sonuçlarının günlük uygulamaya geçirilmesindeki güçlükler üzerinde durulmuş ve hastaların uzun süreli takibine dayanan müşahede tipi çalışma sonuçlarının revaskülarizasyon endikasyonlarının verilmesindeki yardımına değinilmiştir.
Recent randomized trials comparing angioplasty with bypass surgery for the treatment of coronary disease were reviewed. In selected patients with suitable anatomy for both procedures, immediate and long-term follow-up mortality and myocardial infarction rates were similar between angioplasty and bypass surgery, underlining the safety of coronary angioplasty as an initial revascularization strategy. Patients undergoing angioplasty required more repeat revascularization procedures, a situation that may be improved significantly by the use of stents and other means to decrease restenosis. Bypass surgery was somewhat better in controlling mild to moderate angina pectoris, however, it continued to be more expensive than angioplasty strategy even after the repeat revascularization costs were factored in. The results in clinical subgroups, and the potential causes of worse prognosis in diabetic patients after multivessel angioplasty in some of the studies were also discussed. Finally, the pitfalls in translating these randomized study results to daily clinical practice were discussed, and the impact of large, longitudinal follow-up study results in clinical decision making process was emphasized.

10.
Olgu Bildirisi Direksiyonel Aterektomi Sonrasında Uzak Damarda Akut Oklüzyon Gelişimi
Case Report Acute Occlusion of a Remote Coronary Artery After Directional Atherectomy
Mustafa KAHRAMAN, Hazım DİNÇER, Tuğrul OKAY, Can ÖZER, Işık ERDOĞAN, Ayhan YİĞİT, Yavuz MAŞRABACI
Sayfalar 123 - 126
Koroner arter girişimi esnasında veya sonrasında uzak bir damarda total oklüzyon gelişmesi seyrek rastlanan bir durumdur. Kliniğimizde LAD lezyonuna başarılı direksiyonel aterektomi yapılan bir olgumuzda işlemden altı saat sonra önceden normal olan sirkumfleks arterinde total oklüzyon gelişti. Ülkemiz de ilk defa rastlanan, literatürde çok seyrek olarak bildirilen ve daha sonra başarı ile açılan bu olgumuzu sunuyoruz.
Acute total occlusion occurrence in a non-instrumented coronary artery during or after coronary intervention is a rare situation. Total occlusion of circumflex obtuse marginal branch, which is previously normal, has occured 6 hours after the intervention in a patient for whom we have performed a succesful directional coronary atherectomy. The occlusion has been opened by PTCA right away. We are presenting this case which is very rare in the Iiterature and the first in our country.



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Hızlı Arama

Copyright © 2024 Türk Kardiyoloji Derneği Arşivi