ISSN 1016-5169 | E-ISSN 1308-4488
Archives of the Turkish Society of Cardiology - Turk Kardiyol Dern Ars: 41 (2)
Volume: 41  Issue: 2 - March 2013
ORIGINAL ARTICLE
1.Epidemiology of atrial fibrillation in Turkey: preliminary results of the multicenter AFTER study
Faruk Ertaş, Hasan Kaya, Zekeriya Kaya, Serkan Bulur, Nuri Köse, Mehmet Gül, Nihan Kahya Eren, Çağlar Emre Çağlıyan, Bayram Köroğlu, Bülent Vatan, Göksel Acar, Murat Yüksel, Mehmet Zihni Bilik, Selçuk Gedik, Ziya Şimşek
PMID: 23666295  doi: 10.5543/tkda.2013.18488  Pages 99 - 104
Amaç: Atriyum fibrilasyonu (AF) klinik pratiğimizde en sık rastlanan ritm bozukluğu olup ülkemizde bu konuda yapılmış çok merkezli bir epidemiyolojik çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı ülkemizde ilk kez yapılmış olan çok merkezli, ileriye dönük Atrial Fibrillation in Turkey: Epidemiologic Registry (AFTER) çalışmasının kayıtlarından yararlanarak AF’ye klinik yönden yaklaşımımızı değerlendirmektir.
Çalışma planı: Ülkemizde nüfus dağılımı göz önünde bulundurularak 17 ayrı üçüncü basamak merkezden, elektrokardiyografisinde en az bir defa AF atağı tespit edilmiş olan ardışık 2242 hasta çalışmaya alındı. Acil polikliniğine başvuran ya da yatmakta olan hastalar çalışmadan dışlandı. Hastaların epidemiyolojik verileri ve uygulanan tedaviler değerlendirildi.
Bulgular: Çalışma popülasyonunu oluşturan hastaların %60’ı kadındı, hastaların ortalama yaşı 66.8±12.3 yıl olarak saptandı. Türk nüfusunda en sık görülen AF tipi non-valvular AF (%78) olup, AF’li hastaların %81’i ısrarcı-kalıcı AF’li idi. AF’ye en sık eşlik eden komorbid durum hipertansiyon (%67) olarak bulundu. Hastaların %15.3’ünde inme, geçici iskemik atak ve sistemik tromboemboli hikayesi mevcut iken kanama öyküsü hastaların %11.2’sinde kaydedildi. Çalışma süresinde hastaların %50’si warfarin, %53’ü de aspirin kullanıyordu. Oral antikoagülan ilaç kullanan hastaların %41.3’ünde etkin INR düzeyi saptandı. Oral antikoagülan ilaç kullanmamanın en sık nedeni (%69) hekim ihmali olarak saptandı.
Sonuç: Bu veriler klinik pratiğimizde özellikle AF’li hastaların antitrombotik tedavileri konusunda daha dikkatli olunması gerektiğini göstermektedir.
Objectives: Although atrial fibrillation (AF) is one of the most common rhythm disorders observed in clinical practice, a multicenter epidemiological study has not been conducted in our country. This study aimed to assess our clinical approach to AF based upon the records of the first multicenter prospective Atrial Fibrillation in Turkey: Epidemiologic Registry (AFTER) study.
Study design: Taking into consideration the distribution of the population in our country, 2242 consecutive patients with at least one AF attack determined by electrocardiographic examination in 17 different tertiary health care centers were included in the study. Inpatients and patients that were admitted to emergency departments were excluded from the study. Epidemiological data of the patients and the treatment administered were assessed.
Results: The mean age of the patients was determined as 66.8±12.3 years with female patients representing 60% of the study population. While the most common AF type in the Turkish population was non-valvular AF (78%), persistent/permanent AF was determined in 81% of all patients. Hypertension (%67) was the most common comorbidity in patients with AF. While a stroke or transient ischemic attack or history of systemic thromboembolism was detected in 15.3% of the patients, bleeding history was recorded in 11.2%. Also, 50% of the patients were on warfarin treatment and 53% were on aspirin treatment at the time of the study. The effective INR level was detected in 41.3% of the patients. The most frequent cause of not receiving anticoagulant therapy was physician neglect.
Conclusion: These results demonstrate the necessity for improved quality of physician care of patients with AF, especially with regards to antithrombotic therapy.

2.The prognostic value of the cardiopulmonary exercise test in patients with heart failure who have been treated with beta-blockers
Clémentine Dufay-bougon, Annette Belin, Ziad Said Dahdouh, Sophie Barthelemy, Jean-paul Mabire, Rémi Sabatier, Paul Milliez, Gilles Grollier
PMID: 23666296  doi: 10.5543/tkda.2013.87404  Pages 105 - 112
Amaç: Son on yılda kronik kalp yetersizliği ve azalmış ejeksiyon fraksiyonu (KKY-AEF) prevalansı son on yılda artmıştır. Kardiyopulmoner egzersiz testi (KPE) bu hastaların yönlendirilmesinde yeri iyi bilinen bir yöntemdir. Beta-bloker kullanan hastalarda testin öngördürücü değeri tartışmalıdır. Bu çalışmanın amacı beta-bloker almakta olan KKY-AEF’si olan hastalarda birkaç parametrenin prognostik değerini değerlendirmekti.
Çalışma planı: KKH-AEF’si olan ve kardiyak rehabilitasyondan sonra KPE uygulanmış 390 hasta 2 yıl boyunca takip edildi.
Bulgular: Birincil son noktalar tüm nedenlere bağlı ve kalp nedenli ölüm ve önemli kardiyovasküler olaylar (kalp yetersizliği için hastaneye yatış, kalp nakli, akut koroner sendrom veya aritmi) idi. Ortalama beta-bloker dozu hedeflenen dozun %68.9’u idi. İki yıllık mortalite oranı %13, hasta popülasyonunun yaş ortalaması ise 57.1 yıl idi. Ek olarak hastaların çoğu erkek idi (%14.5 ve %85.5). İstirahatte sol ventrikül EF 35.7±9.4 ve maksimum oksijen alımı (pik VO2) 19.5 ml/kg/dk idi. Pik VO2, VE/VCO2 eğrisi ve kan dolaşımının yeterliliği riskin önemli öngördürücüleriydi. Başlangıç doğrusal VE/VCO2 eğrisi 30’dan az, nihai daha dik eğri 32’den aşağı olduğunda prognoz daha iyi idi. İki eğri arasında hiçbir fark yoktu. Oksijen alım etkinliği eğrisi, oksijen alımı, kalp hızı toparlanması, VE/ VCO2/VO2 indeksi ve solunum eşiği herhangi bir prognostik değere sahip değildi.
Sonuç: Pik VO2, kan dolaşımının yeterliliği ve VE/VCO2 eğrisi beta-bloker almakta olan KKY-AEF’si olan hastaların prognostik göstergeleriydi.
Objectives: The prevalence of chronic heart failure and a reduced ejection fraction (CHF-REF) has increased over the last decade. The cardiopulmonary exercise test (CPET) is an established tool for managing these patients. For patients who are administered beta-blockers, its predictive value is debated. The aim of this study was to assess the prognostic values of several parameters in patients with CHF-REF who were on beta-blockers.
Study design: 390 patients with CHF-REF underwent CPET after cardiac rehabilitation and were followed for two years.
Results: The primary endpoints were all-cause mortality, cardiac- related mortality and major cardiovascular events (hospitalization for HF, heart transplantation and acute coronary syndrome or arrhythmia). The mean beta-blockers dosage was 68.9% of the target dose. The two-year mortality rate was 13%, while the mean age of the population was 57.1 years. In addition, most of the patients were men (85.5% vs. 14.5%). The resting LVEF was 35.7±9.4 and the maximal oxygen uptake (peak VO2) was 19.5 ml/kg/min. The peak VO2, VE/ VCO2 slope and circulatory power were significant predictors of risk. The prognosis was better when the initial linear VE/VCO2 slope was lower than 30, and the final steeper VE/ VCO2 slope was lower than 32. There was no difference between the two slopes. The oxygen uptake efficiency slope, oxygen uptake, heart rate recovery, VE/VCO2/VO2 index and ventilatory threshold had no prognostic value.
Conclusion: The peak VO2, circulatory power and VE/VCO2 slope were prognostic indicators for patients with CHF-REF who were on beta-blockers.

EDITORIAL
3.Standing the test of time: exercise testing for heart failure prognosis in the beta-blocker era
Marc Simon, Özlem Soran
PMID: 23666297  doi: 10.5543/tkda.2013.08504  Pages 113 - 114
Heart failure is a major world health problem. Despite many treatments, mortality and hospitalizations remain high. Prognosis can be quite difficult, particularly regarding the interaction of multiple therapies on our diagnostic tools. Therefore, it is imperative that we periodically revisit the utility of prognostic markers to ensure that that our interpretation of testing results remain clinically relevant. Cardiopulmonary exercise testing is a prime example of this conundrum. Originally popularized for the prediction of outcomes in systolic heart failure prior to the beta-blocker era, it remains widely utilized particularly in assessing severity of heart failure in patients considered for heart transplant. Since this time, beta-blockers have been shown to significantly improve outcomes in heart failure, as have other treatments including angiotensin receptor blockers, aldosterone receptor blockers, implantable defibrillators for primary prevention of sudden death, and cardiac resynchronization devices.
In this issue of Archives of the Turkish Society of Cardiology, Dufay-bougon, et al. evaluate the prognostic value of cardiopulmonary exercise testing in systolic heart failure patients on chronic beta-blocker therapy in a large retrospective study.

ORIGINAL ARTICLE
4.Association of epicardial adipose tissue thickness by echocardiography and hypertension
Serpil Eroğlu, Leyla Elif Sade, Aylin Yıldırır, Özlem Demir, Haldun Müderrisoğlu
PMID: 23666298  doi: 10.5543/tkda.2013.83479  Pages 115 - 122
Amaç: Epikardın yağ dokusu (EYD) içorgan yağlanmasının bir parçasıdır. Endokrin ve parakrin etkilere sahip olup metabolik sendrom (MetS) ile ilişkilidir. Bu çalışmada, EYD kalınlığının MetS’nin bir parçası olan hipertansiyon ile ilişkisi araştırıldı.
Çalışma planı: Çalışmaya hipertansiyonlu 140 hasta, yaş ve cinsiyet yönünden benzer normal kan basınçlı 60 olgu kontrol grubu olarak alındı. EYD iki boyutlu ekokardiyografi ile parasternal kısa ve uzun akstan ölçüldü. EYD kalınlığı hipertansiyon ve kontrol grupları arasında karşılaştırıldı. EYD kalınlığı üzerine hipertansiyonun etkisi MetS’nin diğer bileşenleriyle değerlendirildi.
Bulgular: Epikardın yağ dokusu kalınlığı hipertansiyonlu hastalarda normal kan basınçlı kontrol grubuna göre artmıştı (6.3±1.7 mm ve 5.3±1.6 mm; p<0.001). EYD kalınlığı sistolik ve diyastolik kan basıncı ile korelasyon göstermekte idi (sırasıyla, r=0.233, p=0.001; r=0.144, p=0.047). Kontrolsüz hipertansiyonlu hastalarda EYD kalınlığı kan basıncı kontrollü olanlara göre daha fazla artmıştı (6.6±1.7 mm ve 5.9±1.8 mm, p=0.046). MetS bileşenlerini içeren çok değişkenli lineer regresyon analizinde hipertansiyon (p=0.009, %95 GA 0.236- 1.619), bel çevresi (p=0.003, %95 GA, 0.339-1.640), HDLkolesterol (p=0.046, %95 GA -0.054 - 0.001) ve kan glukoz düzeyleri (p=0.007, %95 GA 0.003-0.002) EYD kalınlığını etkileyen bağımsız faktörler olarak bulundu.
Sonuç: Epikardın yağ dokusu kalınlığı hipertansiyonla ilişkilidir. Hipertansiyon MetS’nin diğer bileşenleri gibi EYD kalınlığına katkıda bulunan bir faktör olabilir.
Objectives: Epicardial adipose tissue (EAT) is a component of visceral adiposity with endocrine and paracrine effects. It is also associated with metabolic syndrome (MetS). In this study, we investigated the relationship between EAT thickness and hypertension that is a component of MetS.
Study design: Enrolled in this study were 140 hypertensive patients and 60 age- and sex-similar normotensive controls. EAT thickness was measured using 2-D echocardiography from the parasternal long- and short-axis views. EAT thicknesses were compared between patients with hypertension and controls. The effects of hypertension on EAT thickness were evaluated like other components of MetS.
Results: EAT thickness was increased in hypertensive patients compared to normotensive controls (6.3±1.7 mm vs. 5.3±1.6 mm; p<0.001). EAT thickness correlated with systolic and diastolic blood pressures (r=0.233, p=0.001; r=0.144, p=0.047, respectively). EAT thickness was further increased in patients with uncontrolled hypertension than in those with controlled hypertension (6.6±1.7 mm vs. 5.9±1.8 mm, p=0.046). When linear regression analysis was performed to assess the effect of hypertension on EAT thickness like the other components of MetS, hypertension (p=0.009, 95% CI 0.236-1.619), waist circumference (p=0.003, 95%CI 0.339- 1.640), HDL-cholesterol (p=0.046, 95% CI, -0.054 - 0.001) and blood glucose levels (p=0.007, 95% CI, 0.003-0.002) were found to be independent correlates of EAT thickness.
Conclusion: EAT thickness is associated with hypertension. Hypertension could be contributing factor for the development of EAT thickness like the other components of MetS.

5.Association of neutrophil to lymphocyte ratio with presence of isolated coronary artery ectasia
Turgay Isik, Erkan Ayhan, Hüseyin Uyarel, İbrahim Halil Tanboğa, Mustafa Kurt, Mahmut Uluganyan, Mehmet Ergelen, Abdurrahman Eksik
PMID: 23666299  doi: 10.5543/tkda.2013.17003  Pages 123 - 130
Amaç: Koroner arter ektazisi (KAE), koroner arterlerin normal koroner arter bölgesine göre en az %50’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanır. İzole KAE ciddi koroner arter darlığı olmaksızın KAE’nin bulunması olarak tanımlanır ve belirgin enflamatuvar özelliklere sahiptir. Nötrofilin lenfosite oranı (NLO) enflamasyonun yaygın kullanılan bir belirtecidir ve koroner arter hastalığı olan kişilerde hastalığın seyrinin bir göstergesidir. Bu çalışmada, NLO ile izole KAE arasındaki olası ilişki araştırıldı.
Çalışma planı: Bilinen veya şüphenilen iskemik kalp hastalığı nedeniyle koroner anjiyografi yapılan 2345 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Dışlanma kriterleri sonrası, çalışma popülasyonu KAE olan 81 hasta ve bu gurupla yaş ve cinsiyet olarak eşleşmiş anjiyografileri normal 85 hastayı kapsamaktaydı. Koroner anjiyografi öncesinde tüm hastalarda nötrofil, lenfosit ve diğer hematolojik göstergelerin ölçümleri rutin olarak yapılmıştı.
Bulgular: İzole KAE’si olan hastalarda NLO düzeyinin normal koroner arterli olgulara kıyasla belirgin olarak artmış olduğu görüldü (3.39±1.36 ve 2.25±0.58, p<0.001). Receiver operating curve (ROC) eğrisi analizlerinde, başvuru anında ölçülen NLO ≥2.37 değerinin izole KAE’yi öngörmede duyarlılığının %77 ve özgüllüğünün %63 olduğu saptandı. Çok değişkenli lojistik regresyon analizinde hiperkolesterolemi (OO=2.63, %95 GA 1.22-5.65, p=0.01), obezite (OO=3.76, %95 GA 1.43-9.87, p=0.007) ve artmış NLO (OO=6.03, %95 GA 2.61-13.94, p<0.001) izole KAE varlığı için bağımsız belirleyiciler olarak saptandı.
Sonuç: Nötrofilin lenfosite oranı izole KAE varlığı ile ilişkili olan, kolaylıkla ölçülebilen bir laboratuvar bulgusudur.
Objectives: Coronary artery ectasia (CAE) has been defined as a dilated artery luminal diameter that is at least 50% greater than the diameter of the normal portion of the artery. Isolated CAE is defined as CAE without significant coronary artery stenosis and isolated CAE has more pronounced inflammatory symptoms. Neutrophil to lymphocyte ratio (NLR) is widely used as a marker of inflammation and an indicator of cardiovascular outcomes in patients with coronary artery disease. We examined a possible association between NLR and the presence of isolated CAE.
Study design: In this study, 2345 patients who underwent coronary angiography for suspected or known ischemic heart disease were evaluated retrospectively. Following the application of exclusion criteria, our study population consisted of 81 CAE patients and 85 age- and gender-matched subjects who proved to have normal coronary angiograms. Baseline neutrophil, lymphocyte and other hematologic indices were measured routinely prior to the coronary angiography.
Results: Patients with angiographic isolated CAE had significantly elevated NLR when compared to the patients with normal coronary artery pathology (3.39±1.36 vs. 2.25±0.58, p<0.001). A NLR level ≥2.37 measured on admission had a 77% sensitivity and 63% specificity in predicting isolated CAE at ROC curve analysis. In the multivariate analysis, hypercholesterolemia (OR=2.63, 95% CI 1.22-5.65, p=0.01), obesity (OR=3.76, 95% CI 1.43-9.87, p=0.007) and increased NLR (OR=6.03, 95% CI 2.61-13.94, p<0.001) were independent predictors for the presence of isolated CAE.
Conclusion: Neutrophil to lymphocyte ratio is a readily available clinical laboratory value that is associated with the presence of isolated CAE.

6.Cardiac device related infective endocarditis; analysis of 15 cases
Mehmet Ali Elbey, Nihan Kahya Eren, Mehmet Emin Kalkan, Sinan Demirtaş, Fatih Kahraman, M. Raşit Sayın, Mustafa Oylumlu, Fethullah Kayan
PMID: 23666300  doi: 10.5543/tkda.2013.32708  Pages 131 - 135
Amaç: Bu çalışmada, kalıcı pacemaker (PM) ve implante edilebilir kardiyoversiyon defibrilatörleri (ICD) ile ilişkili endokarditin demografik, klinik ekokardiyografik ve mikrobiyolojik özellikleri ve sonuçlarının araştırılması amaçlandı.
Çalışma planı: Kalıcı PM ve ICD endokarditi tanısı olan 15 hasta çalışmaya alındı. Hastaların demografik özelikleri, kullandıkları ilaçlar, klinik ve mikrobiyolojik özellikleri, ekokardiyografi sonuçları, cerrahi tedavi ve sonuçları kaydedildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 57±16 ve 7’si (%47) kadındı. Kalıcı PM ve ICD’si olan 15 hastadan 5’i takip sırasında kaybedildi (%33). Dört hastada pulmoner emboli gelişti (%27). Kan kültürü 5 hastada (%33) negatif bulundu. Hastaların %60’ında üretilen stafilokoklar en sık saptanan mikrobiyolojik ajanlardı. Üç hastaya (%20) cerrahi tedavi uygulandı.
Sonuç: Kardiyak cihazlarla ile ilişkili endokardit, kardiyak cihaz implantasyonun nadir bir komplikasyonu olmasına rağmen mortalitesi halen yüksek olan bir hastalıktır.
Objectives: We aimed to investigate the demographic and clinical characteristics, echocardiographic and microbiologic features, and outcomes of patients with permanent pacemaker (PM) and implantable cardioverter-defibrillator (ICD) endocarditis in this study.
Study design: The study population consisted of 15 patients with permanent PM and ICD endocarditis. Data on demographics, medications, clinical procedures, microbiology, echocardiography, surgery, and outcome were collected.
Results: The mean age of the patients was 57±16. Seven patients (47%) were female. Of the 15 permanent PM and ICD endocarditis patients, 5 died during hospital follow-up (33%). Four patients (27%) experienced a pulmonary embolism. Culture- negative endocarditis was seen in 5 cases (33%). Staphylococci were the most common causative organisms (60%). Three patients had undergone surgical treatment (20%).
Conclusion: Cardiac device-related endocarditis remain a rare but potentially fatal complication of device implantation.

7.Anxiety levels and quality of life assessment in patients that underwent an electrophysiologic study due to unexplained palpitations
Mehmet Fatih Özlü, Osman Yıldırım, Alim Erdem, Serkan Öztürk, Suzi Selim Ayhan, Fatih Canan, Mehmet Yazıcı
PMID: 23666301  doi: 10.5543/tkda.2013.87120  Pages 136 - 140
Amaç: Belgelenememiş çarpıntı atakları nedeniyle yapılan elektrofizyolojik çalışma (EFÇ) sonucu normal veya anormal olan hastaların yaşam kalitesi ve kaygı düzeyleri açısındankarşılaştırılması amaçlandı.
Çalışma planı: Çalışmaya çarpıntı yakınması olan, aritmileri elektrokardiyografi (EKG) ile belgelenmemiş ve EFÇ yapılan 128 hasta alındı. EFÇ ile supraventriküler taşikardi (SVT) saptanan hastalar ile EFÇ sonucu normal olan hastalar Dünya Sağlık Örgütü yaşam kalitesi ölçeğinin 26 maddelik kısa formu ve durumluk-sürekli kaygı envanteri ile değerlendirilerek yaşam kalitesi ve kaygı düzeyi açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Tanısal EFÇ işlemi sonucunda 72 hastada SVT saptandı. SVT’li grubun yaşam kalitesi skorları EFÇ’leri normal grupdakilere göre anlamlı derecede daha kötü bulundu
(p=0.000-0.001). Aynı şekilde SVT’li hastalarda kaygı skorları da EFÇ’leri normal gruba göre daha yüksekti (p=0.000). Çok değişkenli regresyon analizinde yaş, bedensel alan yaşam kalitesi, ruhsal alan yaşam kalitesi, durumluk kaygı ve sürekli kaygı SVT’nin bağımsız öngördürücüleri olarak bulundu.
Sonuç: Çarpıntı yakınması SVT’ye bağlı olan hastalarda kaygı düzeyi daha yüksek ve yaşam kalitesi de daha düşük bulunmuştur. Klinik uygulamada çarpıntı yakınması olan hastalar değerlendirilirken fark edilen psikiyatrik semptomların altta yatan aritmiye sekonder olabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır.
Objectives: To compare the quality of life and anxiety levels of patients with normal and abnormal results detected during an electrophysiological study (EPS) that was performed due to undocumented palpitations.
Study design: Patients (n=128) who underwent EPS without documented arrhythmia of unexplained palpitations were included in the study. The quality of life and anxiety levels of patients with abnormal EPS results were compared with those with normal results by using the 26-item short form of the World Health Organization quality of life scale and statetrait anxiety inventory.
Results: SVT was found in 72 patients by diagnostic EPS. Quality of life scores were significantly poorer in the SVT group than of the normal EPS group (p=0.000-0.001). Likewise, the anxiety scores of the patients in the SVT group were higher than normal in the EPS group (p=0.000). Age, physical quality of life, psychological quality of life, state anxiety and trait anxiety were found to be independent predictors of SVT in multivariate regression analysis.
Conclusion: The level of anxiety was found to be higher and quality of life was found to be lower in patients with palpitations due to SVT. In clinical practice it should be kept in mind that noticed psychiatric symptoms may be secondary to an underlying arrhythmia in the evaluation of patients with palpitations.

CASE REPORT
8.Obstruction of superior vena cava flow during transcatheter atrial septal defect closure with the Atriasept ASD occluder
Nihan Kahya Eren, Uğur Kocabaş, Cem Nazlı, Oktay Ergene
PMID: 23666302  doi: 10.5543/tkda.2013.95580  Pages 141 - 143
Bu yazıda, perkütan kapatma icin yeterli rimleri (kenarları) olan geniş sekundum tipi atriyal septal defekti (ASD) (26 mm) bulunan hastada, işlem sırasında süperiyor vena kava akımının Atriasept ASD tıkayıcının sağ atriyal diski ile tıkandığı ve bunun üzerine cihazin geri çekildiği olgu sunuldu. Bu cihazın geri çekilmesinden sonra aynı seansta Amplatzer ASD tıkayıcı cihazı vena kava akımını bozmadan yerleştirilmiştir.
In this paper, we describe a patient with a large secundum atrial septal defect ASD (26 mm) with adequate rims that were suitable for percutaneous closure. While closing this ASD, the superior vena cava (SVC) was occluded with the right atrial disc of the Atriasept ASD occluder (Cardia) and thus the device was retrieved before its release. After retrieval of this device, an Amplatzer ASD occluder was successfully implanted without disturbing the caval flow.

9.Percutaneous closure of the coronary artery-pulmonary artery fistula in a patient with apical hypertrophic cardiomyopathy
Murat Sünbül, Nurdan Papila Topal, Tarık Kıvrak, Bülent Mutlu
PMID: 23666303  doi: 10.5543/tkda.2013.31799  Pages 144 - 147
Elli dört yaşında kadın hasta, son 6 aydır olan eforla gelişen göğüs ağrısı yakınmasıyla başvurdu. Hastanın transtorasik ekokardiyografisinde apikal bölgede hipertrofi görüldü. Ayırıcı tanı amacıyla yapılan kardiyak manyetik rezonans görüntülemesinde apikal hipertrofik kardiyomiyopati saptandı. Göğüs ağrısı nedeniyle yapılan miyokart perfüzyon sintigrafisinde anteriyor bölgede iskemi bulundu. Koroner anjiyografide koroner arterler normal olup sol ön inen arter proksimalinden pulmoner artere doğru uzanan arteriyovenöz fistül (AVF) gösterildi. Mevcut yakınmalarının AVF’ye bağlı koroner çalma sendromu nedeniyle geliştiği düşünüldü. Perkütan koroner girişim ile “coil” kullanılarak AVF kapatıldı. Hastanın göğüs ağrısı düzeldi. Koroner AVF bulunan hastalarda koroner çalma sendromu miyokart iskemisinin nedeni olabilmektedir.
A fifty-four-year-old female patient was admitted to our unit with exertional chest pain of six months duration. Transthoracic echocardiography showed apical hypertrophy. Upon further investigation, cardiac magnetic resonance imaging revealed apical hypertrophic cardiomyopathy. The patient underwent myocardial perfusion scintigraphy which showed anterior ischemia. Coronary angiography revealed an arteriovenous fistula (AVF) from the left anterior descending artery to the pulmonary artery. The patient’s chest pain was attributed to a coronary steal syndrome secondary to the coronary AVF. The AVF fistula was closed with a coil and the patient’s chest pain improved. In conclusion, coronary steal
syndrome may lead to myocardial ischemia in patients with a coronary AVF.

10.Percutaneous transcatheter atrial septal defect closure with Amplatzer septal occluder device using three different techniques in three adult patients with complex ostium secundum type atrial defects
Teoman Kılıç, Tayfun Şahin, Ertan Ural
PMID: 23666304  doi: 10.5543/tkda.2013.79745  Pages 148 - 153
Kompleks ostiyum sekundum tip atriyal septal defekt (ASD); geniş (gerilmiş ASD çapı 26 mm’nin üzerinde olan), en az bir rimi eksik, birden çok defektli ya da multi-fenestre atriyal septumu olan veya septal rimleri anevrizmatik olan ASD’ler için kullanılan bir tanımlamadır. Amplatzer septal tıkayıcı (AST) cihaz ile ASD kapatılmasının basit defektlerden göreceli olarak daha zor olduğu bu olgularda, işlem başarısını artırmak için değişik teknikler tanımlanmıştır. Bu yazıda, kliniğimizde transkateter yöntemle AST cihaz ile üç farklı teknik kullanılarak kompleks ASD’leri kapatılan üç erişkin olgu sunuldu. İlk olgu, 36 yaşında bir kadın hasta olup kliniğimize nefes darlığı, çarpıntı, çabuk yorulma ve halsizlik şikâyetleri başvurdu. Hastada, kompleks ostiyum sekundum tipi ASD saptandı ve defekt sol üst pulmoner ven tekniği kullanılarak 36 mm AST cihaz ile başarılı bir şekilde kapatıldı. İkinci olgu, 47 yaşında bir kadın hasta olup nefes darlığı ve çarpıntı şikâyetleri vardı. Geniş, kompleks ostiyum sekundum tipi ASD saptanan hastadaki defekt, şişirilmemiş balon kateteri ile desteklenen sol atriyal tavan tekniği ile 28 mm AST cihaz kullanılarak kapatıldı. Üçüncü olgu, 40 yaşında bir kadın hasta olup, efor dispnesi ve çarpıntı şikayetleri ile başvurdu. Kompleks ostiyum sekundum tipi ASD saptanan hastadaki defekt, parsiyel şişirilmiş balon tekniği kullanılarak 32 mm AST cihaz ile kapatıldı. Geniş ve kompleks ASD’lerde AST cihazının klasik yerleştirme tekniği ile her zaman başarı sağlanamayabilir. Özellikle sol diskin atriyal septuma paralel hale gelmesini sağlayacak değişik yöntemlerin bilinmesi ve uygulanması işlem başarısını artırabileceği gibi işlemle ilişkili komplikasyonları da engelleyebilir.
Complex ostium secundum type atrial septal defect (ASD) is a definition used for large (stretched diameter over 26 mm with deficient rim) or multiple ASDs or multifenestrated septum or ASDs with redundant and aneurysmal septal rims. Compared to simple defects, transcatheter ASD closure with Amplatzer septal occluder (ASO) is relatively challenging in these cases, and different techniques have been defined to increase procedure success. We report three adult patients with complex ostium secundum type ASDs that were closed with ASO device using three different techniques. The first case was a 36-year-old female patient with complaints of dyspnea, palpitation and fatigue. A complex ostium secundum type ASD was diagnosed, and the defect was closed with a 36 mm ASO device using a left upper pulmonary vein technique. The second case was a 47-year-old female patient with complaints of dyspnea and palpitation. A large and complex ASD was detected, and the defect was closed with a 28 mm device using a left atrial roof technique supported by non-inflated balloon. The third case was a 40-year-old female patient who presented with complaints of dyspnea and palpitation. Complex ASD was diagnosed, and the defect was closed with a 32 mm device using a partially inflated balloon technique. In large and complex ASDs, the classical implantation technique of an ASO device may fail at any time. The knowledge and application of different techniques that orient the left atrial disc parallel to the septum may increase the procedure success and decrease complications.

11.Cardiac metastasis of renal cell carcinoma without inferior vena cava involvement: case report
Melih Topçuoğlu, Yakup Yeşilkaya, Abidin Kılınçer
PMID: 23666305  doi: 10.5543/tkda.2013.80445  Pages 154 - 156
Bu yazıda, 51 yaşında inferiyor vena kava tutulumu olmadan kardiyak metastaz yapan kemoterapiyle tedavi edilen renal hücre karsinomu olgusu sunuldu. Toraks ve karın bilgisayarlı tomografi incelemesinde kitlenin karaciğer, mediastinel lenf nodları, sağ adrenal gland ve pankreas başına yayıldığı izlendi. Renal hücre karsinomunda ilerleyen dönemlerde inferiyor vena kava yoluyla kalbe direkt invazyon bilinen bir durumdur. İnferiyor vena kava tutulumu olmadan renal hücreli karsinom kardiyak metastazı literatürde oldukça nadir bildirilmektedir.
We report the case of a 51-year-old man with advanced renal cell carcinoma (RCC), without inferior vena cava (IVC) involvement, who was treated with chemotherapy. Computed tomography of the thorax and abdomen revealed metastatic invasion of the liver, mediastinal lymph nodes, right adrenal gland, and the head of pancreas. Heart involvement via the IVC is a well-known pattern of metastasis during RCC progression. There are very few cases worldwide that have reported RCC with cardiac metastasis without IVC involvement.

12.Chronic pericardial effusion secondary to a influenza virus A (H1N1)/2009 infection
Juan F. Martín - Lázaro, Carlos Homs, Rafael Benito, Antonio San Pedro, Miguel A. Suárez
PMID: 23666306  doi: 10.5543/tkda.2013.18827  Pages 157 - 160
Bilgilerimize göre yeni influenza A (H1N1)/2009 virüsüyle erişkinde oluşan kronik perikart efüzyonunun ilk başarılı tedavisini bildiriyoruz. Bu hasta hastaneye kabul edildiğinde, invaziv olmayan ventilasyon ve drenaj gerektiren solunum yetersizliği ve kalp tamponadı tablosunda idi. Perikart sıvısının bir seri polimeraz zincir reaksiyonu incelemesi influenza A (H1N1)/2009 virüsü için pozitif sonuç verdi. Diğer etyolojiler ekarte edildi. Altı ay boyunca önce oseltamivir, daha sonra kolşisin ve kortikosteroitlerle yapılan tıbbi tedaviden sonra nükseden perikart efüzyonu perikardiyektomiyle iyileşti.
We report, to our knowledge, the first successful treatment of novel Influenza A (H1N1)/2009 chronic pericardial effusion in an adult. This patient presented on admission respiratory failure and cardiac tamponade which required non invasive ventilation and drainage. Pericardial fluid polymerase chain reaction sequences were positive for Influenza A (H1N1)/2009 virus. Any other etiologies were discarded. Recidivating pericardial effusion after medical treatment, firstly with Oseltamivir, and afterwards, with colchicine and corticosteroids during six months, was solved with pericardiectomy.

13.Balloon valvuloplasty for critical aortic stenosis in a fetus: a case report
Ahmet Gül, Arda Saygılı, Sultan Kavuncuoğlu, Yavuz Ceylan
PMID: 23666307  doi: 10.5543/tkda.2013.38801  Pages 161 - 165
Aort darlığı olan fetusta mortalite ve morbidite, aort darlığının hemodinamik etkilerinin derecesi, sol ventrikülün (SV) uyumu, gelişimi ve fonksiyonları ile ilişkilidir. Kritik aort darlığı durumunda, rahim içinde ölüm ve hidrops gelişebileceği iyi bilinmektedır. Yirmi üç haftalık bir fetusta kritik aort darlığı ve eşlik eden kardiyomegali, SV’de genişleme ve kontraktilite kaybı, mitral yetersizliği saptandı. Doppler incelemesinde arkus aortada duktus arteriyozis yoluyla ters yönde akım ve duktus venosusta ters a-dalgası vardı. Fetusta asit, kafa derisi, yüz ve ciltte masif ödem ile birlikte hidrops vardı. Fetal amniyosentez normal bulundu. Genel anestezi ve ekokardiyografi kılavuzluğunda aort kapağına valvüloplasti yapıldı. İşlem sonrası ekokardiyografide perikart efüzyonu görülmedi. Ancak SV fonksiyonlarının düzelmediği ve azaldığı gözlendi. İşlemden iki saat sonra fetusta kalp hareketleri durdu. Fetusta aort darlığında uterus içi aort kapağına valvüloplasti uygulaması teknik olarak mümkündür. Mortalite teknik başarı yanında, SV fonksiyonları ve endofibroelastosis derecesine doğrudan bağlıdır.
The mortality and morbidity of fetal aortic stenosis (AS) depend on the degree of the hemodynamic effects of the stenosis, and left ventricular (LV) adaptation, development and function during fetal life. In the case of critical AS, the development of hydrops and death in utero are well recognized entities. A 23-week gestation fetus was diagnosed with critical severe AS, cardiomegaly, a dilated LV with very poor contractility, and mitral regurgitation. There was a reversal of flow in the aortic arch through the ductus arteriosis and a reversed a-wave in the ductus venosus on Doppler examination. The fetus had hydrops with ascites, and massive scalp, face and skin edema. Fetal amniocentesis was normal. Aortic valvuloplasty was performed under general anesthesia and echocardiographic guidance. Pericardial effusion was not observed after the procedure. However, LV function could not be ameliorated and continued to diminish. There was no cardiac activity in the fetus two hours after the intervention. Aortic valvuloplasty in utero for AS is technically feasible. Mortality is mainly associated with technical errors, LV function, and the degree of endofibroelastosis in the effected fetuses.

REVIEW
14.Prominent features of management strategies in acute coronary syndromes with the new oral antiplatelet agents
Rasim Enar
PMID: 23666308  doi: 10.5543/tkda.2013.42716  Pages 166 - 171
Yeni oral P2Y12 inhibitörleri prasugrel ve tikagrelor, 2011 ve 2012 yıllarında güncellenen akut koroner sendrom (AKS) kılavuzlarının antitrombosit tedavi stratejisinde aspirine ek olarak yerini almıştır. Klopidogrele kıyasla daha güçlü, öngörülebilir ve daha hızlı trombosit inhibisyonu sağlayan yeni oral antitrombosit ajanlar ile ilgili çalışmalarda her iki yeni ajanın da primer son noktaları (kardiyovasküler ölüm, ölümcül olmayan miyokart enfarktüsü ve inme) önlemede klopidogrele kıyasla üstünlükleri gösterilmiştir. İlgili çalışmaların altgrup analizleri yeni ajanların etki düzeylerinin AKS’de bazı hasta altgruplarında da farklılık gösterdiğini ortaya koymuştur: (1) Tikagrelor ile mortalitede azalma sağlanmıştır. (2) Tikagrelor özellikle erken invazif strateji uygulanan orta ve yüksek riskli ST yükselmesiz AKS’li hastalarda daha etkindir. (3) Prasugrel’in tanısal koroner anjiyografi sonrası primer perkütan koroner girişim kararı alınan akut ST yükselmeli miyokart enfarktüslü olgularda daha etkin olduğu gösterilmiştir. (4) Prasugrel, diyabetli hastalarda daha etkindir. Bu bilgilerin ışığında klopidogrel daha çok konservatif strateji ile izlenecek veya stent yerleştirilmemiş AKS’li hastalarda önerilirken, invazif strateji uygulanacak hastalarda ikili antitrombosit tedavide P2Y12 inhibitörü seçiminde son seçenek olmuştur.
The novel oral P2Y12 inhibitors (prasugrel and ticagrelor) have been incorporated into the recently updated acute coronary syndrome (ACS) guidelines, as an adjunct antiplatelet treatment to aspirin. The studies involving the use of new oral antiplatelet agents that are more potent, predictable and faster platelet inhibitors than clopidogrel have demonstrated superiority with respect to the primary composite endpoint (cardiovascular death, non-lethal myocardial infarction, stroke) for both prasugrel and ticagrelor compared to clopidogrel. The subgroup analysis of the relevant studies showed that these new agents differ in their level of efficacy in different ACS patient subgroups: (1) Mortality was reduced with ticagrelor; (2) Ticagrelor is especially more effective in intermediate-and high-risk non-ST elevation ACS patients in whom early invasive strategy is selected; (3) Prasugrel should be especially preferred in patients with acute ST elevation myocardial infarction undergoing percutaneous coronary intervention (PCI) after diagnostic angiography; and (4) Prasugrel is more effective in diabetic patients. While clopidogrel is recommended for ACS patients who are followed with a non-invasive strategy or who have not undergone percutaneous revascularization, it is the last line choice or an alternative to the P2Y12 inhibitor therapy for patients undergoing invasive strategy.

HOW TO?
15.How temporary pacemaker electrode is implanted without using fluoroscopy?
Mehmet Özaydın, Fatih Kahraman
PMID: 23666309  doi: 10.5543/tkda.2013.79364  Pages 172 - 174
Abstract |Full Text PDF

CASE IMAGE
16.Chronic left anterior descending artery occlusion due to giant left main coronary artery aneurysm thrombosis in a young patient with a history of Kawasaki disease
Aleks Değirmencioğu, Alpay Çeliker, Ahmet Akyol, Gökmen Gemici
PMID: 23666310  doi: 10.5543/tkda.2013.85382  Page 175
Abstract |Full Text PDF | Video

17.Multiple coronary artery-pulmonary artery fistulas presenting with cardiac arrest
Mustafa Bulut, Elnur Alizade, Hakan Çakır, Göksel Açar
PMID: 23666311  doi: 10.5543/tkda.2013.92488  Page 176
Abstract |Full Text PDF | Video

18.Giant pseudoaneurysm caused by left ventricle free-wall rupture leading left to right shunting: a rare case
Adnan Doğan, Hakan Aksoy
PMID: 23666312  doi: 10.5543/tkda.2013.74176  Page 177
Abstract |Full Text PDF | Video

19.Mitral valve Libman-Sacks endocarditis evaluated by two and three-dimensional transesophageal echocardiography
Murat Ünlü, Sait Demirkol, Sevket Balta, Uğur Küçük
PMID: 23666313  doi: 10.5543/tkda.2013.24478  Page 178
Abstract |Full Text PDF | Video

20.Porcelain thoracic aorta in a patient with rheumatoid arthritis
Uğur Canpolat, Kadri Murat Gürses, Levent Şahiner, Serdar Aksöyek
PMID: 23666314  doi: 10.5543/tkda.2013.94759  Page 179
Abstract |Full Text PDF

LETTER TO EDITOR
21.Coronary stents attract like magnet inflammatory cells and induce stent thrombosis and Kounis syndrome
Nicholas G Kounis, George D Soufras, Andreas Mazarakis
PMID: 23795369  Pages 180 - 181
There are some unexpected, peculiar, bizarre, strange, surprising, extraordinary and astonishing reports according to which patients with implanted stents who accidentally developed an allergic reaction elsewhere in the human body from various different causes are prone to develop, contemporarily intrastent thrombosis.

22.Author Reply - Coronary stents attract like magnet inflammatory cells and induce stent thrombosis and Kounis syndrome.
Turgay Işık, İbarahim Halil Tanboğa, Erkan Ayhan, Hüseyin Uyarel
PMID: 23795370  Page 181
Abstract |Full Text PDF

OTHER ARTICLES
23.Answers of Specialist

Page 182
Abstract |Full Text PDF

24.Comments on Cardiology Publications

Page 183
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 Archives of the Turkish Society of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.